"Her halükarda suçluydum. Onu doğurarak ölüme mahkum etmiştim. Söyleyecek hiçbir şeyim yoktu. Açıklama. Neyi açıklayacağım? Kime açıklayacağım? Açıklama, bahane bulmak demek. Ölümün bahanesi yok."
Tık tık. Kapıyı bile ikiden fazla, üçten az çalmazdı. Kaldı ki bodrum katında böcek olmaması için yapılan tinerli yakım işlemi gelenin kafasını döndürüyordu. Bağımlılar da bu kadar sinirli mi oluyorlardı acaba?
Tırnak diplerinden başlayarak bir kapı çalmasına kadar bütün vücudu parçalara ayırıp, son cılız tınlamayla beyni toplamaya çalışmak. Ama önce eller yok olmamış mıydı?! Nasıl oluyordu? Dişler ne güne duruyor. Yemek bulamayınca mideden daha çok isyan eden dişler, beyni çiğnemek için nasıl da iştahlandırıyordu dili. Acı ölüm getirmeseydi, insan kol ve bacaklarını baltayla kestikten sonra yediğinde geriye ne kalırdı? Temiz iş doğrusu. En azından bir insanın ölme süresinin 15 dakika kadar olduğu düşünülürse ve midenin de 20 dakikada doyduğu hesaba katılırsa bence olur, olur!
"Onu doğurarak ölüme mahkum etmiştim." Dışarı çıkardığı her sözcük, mukusla karışmış iğrenç kuru şeylerin lapasını andırıyordu. Yapış yapış. Köpeğin önüne atsan yemez. Çürümek zorunda artık. Öyle olması gerekmez mi? Ama insanlar buna da fırsat vermiyor, küflenmiş ne varsa tıkıştırıyorlardı ağızlarına. Yediğim her şey artık benimdir. Onu öğüten enzimler, sıvılar. Benden olanı yemek, beni yemek, leş! Benim sözcüklerim, benim hareketlerim, benden olanı kendine geçirmek.
İnsandan ala leş var mıydı?
İnsan kendini sindirip sonra kusarak yalnızlaşma mıydı?
"Ölümün bahanesi yok." Ölümün cezası var. Ölmemeninkinden daha az olsa da. Ölememeninkinden kaç kat. Hadi patlatın kafanızı!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder