29 Temmuz 2013 Pazartesi

Nothing Left to Lose

Sırtının kamburunu göremediğim yer. Yükleniyorum alabildiğine..

Darkwood - Nothing left to lose

In the dozen lake of time
We sank our guilt, we sank our crimes
At night when voices stalk into our dreams
Haunting us with malice rhymes

There is nothing left to lose but fear
There is nothing left to lose but fear
There is nothing left to lose but fear
There is nothing left to lose but fear

We stumbled through the maze of death
Escorted by grief and pain
We struggled through fire, we struggled through ashes
Our hopes were spoiled in vain

Now there's nothing left to lose but life
Now there's nothing left to lose but life
Now there's nothing left to lose but life
Now there's nothing left to lose but life

On a walk through darkened fields of loss
On a walk through golden fields of wheat
We approached our inner core of consciousness and felt
We are the folk of destiny, of deed

And there's nothing left to lose but time
And there's nothing left to lose but time
And there's nothing left to lose but time
And there's nothing left to lose but time..

28 Temmuz 2013 Pazar

Yoksunluk

Bir şey gördüm ama hatırlamıyorum. Sabah uyandığımda beni güne çivileyen bir şey. Kapı aralıklı kaldığında içime oturan huzursuzluk gibi. Ya da akşama doğru uyuyup iki saat sonra uyandığımda ertesi güne uyanmışım gibi. Koyu bir huzursuzluk. Koyu bir umutsuzlukla birleşip, kaynaşıyor şimdi. Gece perdesi aralandı. Yine milyonlarca görünmez şeytan sinekliğin ufak aralıklarından doluşuyor. Birbirine arka çıkan iki iyi dost. Aynı şarkıyı söylemeye başlıyorlar bir anda. Ortak beyne saldırıyorlar. Kıvrımların arasında yontulmamış bir tahta üzerinde ilerliyorlar. Tırtıkları büyük hasar bırakıyor. Sürtünmeden kıvılcımlar çıkıp, kekremsi kokusunu dolduruyor her tarafa. Sonra perde aralanıyor, tozlar her yerde! Nerede o şaşaalı heyecanlar? Nerede o insanlar? Nerede benim çıkarsız beynim? Bir aralık bulup soluklandırıyor kendini. İyi olan şeylere tahammülsüz, çirkin fikirlere karşı pek inatçı zihnim.. Fırsatını bulunca ayak ağrılarını unutabilecek kadar yürüyenlere karşı 'içten' kelimeler kuran.

Ayrılmaz bir rezillik içinde herkes hergün kilo alıp, yemeğe doyamıyor. Hiçbir yargıyı kaçırmayıp, kulaklarını ağızlarına kadar geriyorlar. Her söz duyulmalı ama hatırlanmamalı. Her cümle kurulmalı ama unutulmalı da aynı zamanda. Sanki dünyanın bütün hafızaları birleşip bende konumlanmış gibi. Yetmiyor çünkü bu kadarı. Sürekli edinim çabaları. İstemenin ya da kırıklıkların değil sadece kavramanın isteği. Ama hiçbir şey tam olarak iki avuç arasında varolamaz. Çok sıkı tutarsan parmaklarının arasından sızar, fazla gevşek bırakırsan.... Bu kadarı beni yormaya yetti. Yetti..

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Kendime kilometrelerce öteden yansımam ulaşıyor. Ayaklarım bir adım ileri giderken, ellerimle ileriye bilmem kaç karış uzaklaşıyorum, açılıyor ara. Sabahları karın bölgesinde, birbirinden ayrılma belirtisi gösteren organların savaşı. Gece hiçbir şey yoktu. Gece salttı ve sadece ağırlık vardı. İçi yanardöner birkaç kıvılcım sabahına kan kustururdu. Tüm belaları sabah karşılayan, susuz kalmış, acıkmış, tazelenmiş ve başının dönmesini son hız isteyen bir derviş. Müzik kendi kendine kısılır, yeni dinler; yeni korkularıyla inlerinde çoğalmaya başlar; Diş çıkaran, dişi çıkan, dışı kir tutmaz her beden kendini güneşin mikrop öldüren kısmında vareder. Ben sabahları mutsuz uyanırım. Hava kararınca, çoğunluğun tiksindiği yalnızlıklarına iki kolla sarılırım. Sabaha karşı gri havada, kurdun saatinde, her siluet kendi gölgesini selamladığında tüm fikirlerimi yıkarım. Yine de sabahın, öğleden sonrasına hazırlık yaptığı "beyni yıkayan, boğan, bunaltan" geçişiyle başa çıkamam.
Güneş tepeden vuruyor ve beynin damarlarını kurutuyor.

..

19 Temmuz 2013 Cuma

"Ben," dedi, "bir şeye özlem duydum mu, ne yaparım bilir misin? Bir daha hatırlamayacak kadar bıkıp da kurtulmak için yerim, yerim... Ya da tiksintiyle hatırlamak için. Bak bir zamanlar çocukken, kirazlara karşı anlatılmaz bir tutkum vardı. Param olmadığı için azar azar alıyor, yiyor, yine istiyordum. Gece gündüz kiraz düşünürdüm, salyalarım akardı; işkenceydi bu! Günün birinde, kızdım mı, utandım mı, bilmiyorum; baktım ki kirazlar bana istediklerini yaptırıyorlar ve beni rezil ediyorlar, ne plan kurdum bilir misin? Geceleyin yavaşça kalktım, babamın ceplerini yokladım, gümüş bir mecidiye bulup çaldım. Sabah sabah da kalktım, bir bahçeye gidip bir sepet dolusu kiraz satın aldım. Bir çukurun içine oturup başladım yemeye. Yedim, yedim, şiştim, midem bulandı, kustum. Kustum patron. O zamandan beri de kirazlardan kurtuldum; bir daha gözüme görünmelerini bile istemedim. Özgür oldum. Artık kirazlara bakıp şöyle diyordum: Size ihtiyacım yok! Şarap için de aynı şeyi yaptım, sigara için de. Hala içiyorum ama, istediğim anda 'harp' diye bıçakla keser gibi kesiyorum. Tutku bana egemen olamamıştır. Yurdum için de aynı şey. Hasret çektim, bıktım, kustum, kurtuldum."

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Hiç mi bitmez arsızın dudaklarındaki köpükler?
O köpükler ki içinde binlerce canavar barındıran döngüler.

9 Temmuz 2013 Salı

12

"Uyuyakaldım; uyandığımda Zorba gitmişti. Hava soğuktu. Kalkmaya hiç hevesli değildim. Elimi tepemdeki rafa uzattım, sevdiğim için yanımda getirdiğim bir kitabı, Mallarme'nin şiirlerini aldım. Yavaş yavaş, rastgele okudum. Kapadım, yine açtım ve attım. Bütün bunlar, bugün ilk kez bana kansız, insanca kokusu olmayan şeyler gibi geldi; mavi boyaları kaçmış, havada duran boş sözler! Tertemiz, süzülmüş, mikropsuz ama aynı zamanda besleyici lezzeti, hayatı olmayan bir su...

Yaratıcı parıltısını yitirmiş dinlerde, ilahlar, insanların yalnızlığını ve duvarlarını süslemek için nasıl ozanca süslere ağırlık verirlerse, bu şiirlerde de durum öyleydi. Yüreğin erişilmez istekleri, tohum ve toprakla yüklü, eksiksiz bir oyun, bir akıl, havasal ve anlaşılmaz bir mimari yapı haline gelmişti.

Kitabı açıp yeniden okumaya başladım. Bu şiirler bunca yıldır niçin etkilemişti beni? Arı şiir! Hayat saydam ve hafifçecik bir oyun olsun ki, onu bir boğum kan bile ağırlaştırmasın. İnsan ruhu köylü, kaba ve pistir -aşk, ten, çığlık-, maddeden kurtulup düşünce olur ve aklın yüksek dereceli fırınında simyadan simyaya sürüp gelişir!

Beni o derece baştan çıkarmış olan bütün bunlar, bu sabah nasıl da şarlatanca cambazlıklar gibi görünmüştü! İnsanın ruhsal acıları, her zaman, her uygarlığın sonunda, çok ustaca hokkabaz oyunlarıyla -arı şiir, arı müzik, arı düşünce- biter. Her din ve sahtekarlıktan öksüz kalmış, artık hiçbir şey beklemeyen, hiçbir şeyden korkmayan son insanın tüm toprağı, ruh halini almıştır ve ruhun artık beslenmek için köklerini salıp emeceği yer yoktur... Son insan da kendini boşalttı; artık ne tohum ne gübre ne de kan. Her şey sözcüklere dönüştü. Her sözcük topluluğu da müzik hokkabazlığına yöneldi. Şimdi son insan daha da ileri gidiyor; yalnızlığının ucunda oturuyor ve müziğin çözümünü, sağır matematik ölçülerle yapıyor."

Nikos Kazancakis - Zorba

"Her şey sözcüklere dönüştü" derken ne kadar da doğru konuşuyordu Kazancakis. Bıkmadan konuşmak ve konuşunca bıkmak. Düşüncesizliğin temel taşını oluşturan kirli savaş, aletleri ve sonrasında kanı keşfedip, dilini bu pisliğe bulaştırmakla başladı ve şimdi de sözcüklerin paslı tadına alıştı aynı organlar. Tutunmak için birer şart halini aldı ve her şeyi kendine dahil etti. Çölün kumları ya da hayvanların pislikleriyle dolmuş bir kuyudan ne farkı var ki?! Kafamı o suya daldırırım da bu cümlelerden tek birini ölene dek hücrelerimde kabul edemem. Kusar atar sonra susuz kalıp pıhtılaşmış tek damar yolumu da yine o pas kokan suyla doldururum.Yine de 'günümüz' insanının köylü, kaba ve pis ruhu ile yarışamam.