23 Kasım 2013 Cumartesi

"And you will find that. It's all corrupted. People and things alike.."

Gözlerinde yine koca bir dünyayı, putlar gibi deviriyordu. Yangını önleyecek sular sadece içine akmakla meşguldü o sıralar. Hiçliğe bakıp, her şeyi kavramak tam da onun işiydi. İşiydi ama bu işin içinden çıkamıyordu. Maddeleri yoğuracak nedenler peşi sıra diziliyordu. Bir an. Sadece bir an kavrıyordu tüm bunları. Sonrasında başladığı noktaya geri sürükleniyordu. İnsan böyle unutuyordu. Aklının gerekli gereksiz her şeyi saklamasıyla övünen "ben" her gün hiç olmadığı kimliğe bürünerek uzaklaşıyordu geçmişinden. Sözler öylesine boşa harcanıyordu ki artık anlam kazanacak tek bir şey bile kalmıyordu. Dehlizler en sessiz yerlerde hayat bulmuyor muydu? Çağlayanlar gözlerden uzak köşelerde kendilerini dağıtmıyorlar mıydı? Görmek ve belki 'birkaç malzeme toplar da haftayı kapatırım' diye kendini kandıran insan şimdi boş sokaklarda birkaç damlayla beraber yol almayı dilememiş miydi? Yüksek algıyla övüvüp sonunda unutkanlıkla payını alan zihin şimdi yalnızlaşarak buna katkıda bulunuyordu. O bunu biliyordu, biliyordu da yapacak hiçbir şey bulamıyordu. Çünkü ne zaman bir şey bulsa o da yalnızca on dakika uğrayıp kaçan sislerden başka bir şeye benzemiyordu.

6 Kasım 2013 Çarşamba

Bir şey gelir ve bir şey gider. Şey olmak için katedilen tüm yollar çimlerle kaplanır. Arkana baktığında kaybolduğunu görmek iyi gelirken sana ulaşacak tek bir yol kalmaz.

Bu topluluğun keşfettiği tüm yollar, alım-satımları silik beyinler tarafından yutulur. 

20 Ekim 2013 Pazar

Boşluk geride

Paslı yosunlarıyla kaplanmış bir yeryüzü. Eller, ceplerden avuç dolusu kir çıkarıyor. Balçık yapıp duvara fırlatılıyor. Biz kaçıyoruz. Kaçıyorum. Aramızda çok az mesafe var artık. Bir uçurumun dibindeyim ve arkama bakmıyorum. Yine de ona daha fazla güveniyorum. İnsanın kendini öldürmesi, kendine olan inancının en üst noktası. Bir kaçış. Kendini kurtarış. Fazla yön yok. Yine de her yerden tehlike sinyalleri duyuluyor. Kafatası samanla doldurulup, duvara asılmayı bekleyen hayvanlar gibi olmamıza karşı bir tepki. Boşluk, çözülmesi gereken sorunlarımız, sorularımız, acılarımızla dolu. Sık sık bakıyoruz. Duvara dönük rahat sırtlar. Ellerimizle itebileceğimizi, kendimizi koruyabileceğimizi sandığımız görünür görünmez sanrılarımızdan bir adım daha yakınız zemine.

Tek başarabildiğim şey; ciğerlerimi hastalıklı hale getiren nefeslere karşı iştahlandırmak oldu. Bir gün daha yaşamak ve tüm o iğrençlikleri doldurmak. Konuşamamak ve belki de artık dışavurumun gereksizliğini kendime yinelemek.

Öksürük.

Çoğunluğun masumane tarafını ortaya çıkarış biçimini görmemek için günahlara yönelmek ve sonrasında bunun da işe yaramadığını görmek. Bazen balinaların dışarı püskürttüğü sıcak hava gibi hissediyorum kendimi. Ait olamamak. Aklımın girdapları beni eşitsizce dağıtılan yaşam tohumlarından mahrum bırakıyor.

Çöplük.

Onursuzluğun onurlandırıldığı, insanın kendi içindeki ortama ayak uydurmayı başarabilmiş çözümsüzlüğü, düşüncenin en ufak hayvanın sırtında taşındığı yer.

Bir doz daha. Bir doz. Koca bir doz.

Ayaklarım geriye gidiyor ve ben buna bir dur demiyorum. Arkası güvenli duvar.

Önüm arkam.

Ters düz.

Ters yüz.

Hiçbir şey gerçek değil.

24 Eylül 2013 Salı

Amnesia

Düşünce yitimi. Ayaklar zemine paralel, saatler geçer. Her zaman yan durur, düz bakar, kafası öne eğik.

Nasıl başarılır üçüncü defada sesini duyurabilmek? İçinde kaynayan kazan. Bazen küçülmek. Hatta çoğu zaman. Bazen ayaklarım yatağın dışına çıkıp üşür. Bazense yatakta bir nokta olurum. Bazen masaya geçiririm kemiklerimden birini. Çoğu zaman masanın altından geçerim.

Dalgınlık bir hastalık. Durgunluk rahatsızlık. Çevrelerindeki ayağa kaldıran isyan başlangıcı. Çok konuşursan herkes kaçar, çok susarsan kaçacak kimse olmaz. Telefon çalar cevap vermez. Bantlar duvarlardan sökülür. Fikirlerin hiç senin değillermiş gibi yadsır seni. Nerede eski topraklar? Parası cebinden taşan bir kafa düşmanının ekinleriyle dolup taşar. Günahı günah sayan günahlar. Bu suları kim kirletti böyle? Nefes alamıyor milyonluk canlılar.

Soğuk hava. Ayılma saatleri. Fazla çalışan makinalar. Beyni buharlaştıran gürültülü bir ses alemi.

Hala kendi kendine kendinle kendini konuşabilir misin?

13 Eylül 2013 Cuma

.

Arka koltukta gözlerim kapalı, viraja uygun dalgalanıyorum. Hiçbir yere tutunmadan, sadece bir yerin tepkisini görene kadar..

Dünya ciğerlere dolan havanın genişlettiği alan gibi. Ben ise kuşbakışı uzaklıkta, gittikçe küçülüyorum. Omuzlarımı dikleştirmeye çalıştığımda sanki benden olmayan bir şey yapıyormuşçasına uzaklaşıyorum. Sonra ne kadar kendim olduğumu sorgulayarak bu düşünceden vazgeçiyorum. Yapaylığı yerle bir ederek, yine omuzlar düşük.

Bu nasıl bir sona hazırlanmak böyle?! Yaşamdan kopmanın farklı bir modelini uyguluyor ve bununla aklımı yitiriyor, dahası kaçırıyorum. Zihnim kilitli ama bedenim katlar arasında yolculuğa çıkmış gibi. Her gün selam verir, tebessüm eder. Bunu yapmaması gerektiğini, dahası içinden gelmediğini bildiği halde sanki bir şey onu o tarafa itiyormuşçasına, savunmasız kalır. Herkes her gün poğaça yer ve kantinin fiyatına asla değmeyecek çayını içer. Ben her sabah tek kelime etmeden onlara bakar ve kendi aralarında anlaştıkları ama benim anlamadığım dilini kullanmalarını boş bakışlarla izlerim, düşünerek. Gün sonuna doğru biraz olsun yorulur ve düşünecek hal bulamam. Kendimi bir an önce kurtarma derdine girişmem de genelde bu son saatlere kalır. Peki ya sonrası? Tarifi imkansız bir boşluk. Rezil resimli sayfalar, iğrenç yavşak ağızlar, gözümü tırmalayan hatalar, varlığımın sadece etrafımdakilerin merakı ile gündeme geldiği telefonlar, ortamlar..

Ben kimim sorusunu birkaç defa daha kurduktan sonra artık uzaklaşacağımı ümit ediyorum. Beni artık ne cümle kurmaya iten bir istek, ne başımı ağrılarla dolduracak acı, ne de nefes alıp verirken hala var diyebileceğim bir sevinç kaldı..

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Uyuyorum, uyanıyorum.

Uyuyorum. Sanki tüm hayatım gözlerimi kapatınca belirmesi istenen düşlere adanmış. Bir kapı tıklatması, şarkının keskin yeri, bir sızı.

Uyanıyorum. Her defasında yeni bir şey olacakmış gibi bir istekle. Sanki içeride herkes gülüşüyor da bir ben eksikmişim gibi hızlı adımlarımı takınıyorum. Oysa ben kalabalık ortamları sevmem ki. Peki nedir beni hiç de benden olmayanlara böylesine iten? Yine sabah, yine akşam. Yinelenen ama hiç yenilenmeyen. "Ertesi sabah başına gelecekleri önceden bilsen, yataktan çıkmak istemezsin" diyordu ya filmde. Gülümsüyorum. Çünkü ne yaşayacağımı tatlı atıştırmalıklar dışında öylesine yakından kestirebiliyorum ki. Ona rağmen her sabah usanmadan kahvaltı sofrası hazırlamam, sabit fikirlere nasıl da yaşam sevincine sahip olduğumu hissettiriyor. Dikkati öğle saatlerine atıp sabahın açık ve gecenin karanlık kısmında elime gelen her şeyi fırlatıyorum.

Ev çok sessiz.

Ve..

Şu sıcak yaz günleri yaşadığımı diğer günlerden daha da fazla hissetmiyorum!

Uyuyayım ve yine hiçbir şey görmeden, daha fazla yazamadan, daha çok düşünerek, içimde daha fazla sancı biriktirerek, tek isteğime doğru kendimi doldurarak, iğrençlikleri görüp midemi ayağa kaldırarak, yaşamımda canı yansa üzüleceğim birkaç insan için endişelenerek hala daha varolduğumu hissedeyim. Ve bunları söylerken ne kadar düz bir insan olduğumu ortaya koyayım da biraz olsun anlaşılabileyim..

13 Ağustos 2013 Salı

Son uçuş..

Günlerden sonra ilk kez vücudumun orta yerinde bir oyuk açıldığını hissediyorum. Vidası gevşemiş, gıcır gucur bir sürü işlevsiz makine benim bile hatırlamaktan çekindiğim kısımlarıma saldırıyor.

Işığı kim kapatacak şimdi? Yine hangi dalgaları geçireceğim iç içe düşümde?!
Yarın nasıl bir sabahı devireceğim de akşama bugünün sözlerini sırf söz oldukları için yorgunlukla maskeleyeceğim.
Yapmak istemediklerimi bana yaptıran ve sonrasında beni içinden çıkılmaz bir tutsaklığa sürükleyen bu sıkıntı. Ah bu sıkıntı!

Günlerden sonra ilk kez vücudumun orta yerinde çok şiddetli bir gürültü kopuyor. Öyle bir gürültü ki yağmaya cesaret edemiyor. Sızdırıyor sadece.

Yine aynı soru. Yine..  Niye?!

11 Ağustos 2013 Pazar

20:35

Ben yorgun argın. Kafam ellerimin arasında. Bir deniz kenarında beliriyorum. Ortada üzerine kafa yorulacak hiçbir şeyle. Beni taze tutacak en ufak bir anıyla. Anı yok, anı istemiyorum, an istemiyorum.

Ben bezmiş, yılmış. İlk günkü gibi heyecanlarını şimdiye taşıyanlara imrenen. Henüz birkaç ayı devirmeden sözlerini unutup, başka elleri avuçlarına alanlara. Ama umurumda mı? Özlüyor muyum? Tek bir şeyi ciğerlerime doldururken sancılanayım. Tek bir şeyi! Eskiden bir şeylerden ayrılırken bütün vücudumda bir kamaşma hissederdim. Bu his bana geriye dönmek için güç verirdi. Şimdi ben bıkmış, usanmış. Bir yerden ayrılırken tek bir his dahi hissetmiyorum. Tek bir kişiyi arkamda bıraktığımda zihnimde ayak izleri kalmıyor. Denize bakıyorum. Bu küçüçük ama benim yıllarımı peşine takmış yer. Ne kadar değiştin kimbilir? Ya da kimleri silkeledin eteğinden? Bir beni mi atamıyorsun zihninden? Ben bitmeye yakın.. Ne bir görüntü, ne bir his ne bir yer kucaklayabiliyor beni. Bilekliğindeki beyaz deniz kabuğunu bir daha göremeyeceği kişiye verirken beynine saldıranlar hep birlikte denizin dibini boylamışlar.

Ben çaresiz, halsiz. Son günlerde sıklıkla şu tekrarlanıyor kulaklarımda: "Nasıl yaşayacağım?" Uzun yıllar önümde içinden çıkılmaz labirentler gibi gelmeye başladı. Ya da koca, açılmaz düğümler. Tıkanmışlık hissi bir anda nasıl varoldu da tırnak diplerinde yeni bir kusuru bile meydana getirmekten mahrum bıraktı beni. Ölmeye karşı yorgun olmak, yaşam için kayıtsızlık sahnesini hazırlıyor.

Kızıyorum. Beni meydana getirenlere, hayatıma girmiş a'dan z'ye herkese. Kızıyor ama aynı zamanda hiçbir şey hissedemiyorum. Para kazanmak umrumda değil. Tatile çıkmak.. Dört gün önce yediğim serumun bileğimdeki morlukları bile umrumda değil artık! Hiçbir şey hissedemiyorum, korkuyorum. Uzun süre bir şeye elimi uzatacak kadar kendimde güç biriktirmem gerekiyor. İleri atıldığımda bir gölge bile karşılamıyor hüznümü.

Bir gecede çocukluktan gençliğe terfi edenler gibi tek bir anda bütün isteklerim tarafından terkedildim. Kafamı çeviriyorum bir anda aynı konumda olduklarım hala aynı yerlerindeyken ben neden bu kadar ayrıksıyım.

Ben UZAK, ben UZAK.

Sadece bakıyorum. İzlemiyorum. Sadece bakıyorum artık herkese. Kendime yakın ama insanlara, çevreye, yaşadığım koca boşluğa uzağım.


4 Ağustos 2013 Pazar

Herkes uçlara!

Baştaki merakın yerini kayıtsızlık aldı..

Yorgunluk, iyi uyku sağlıyordu. Aynı yorgunluk düşünceleri moleküller gibi de parçalıyordu. Geçmişin huzursuz yüzü sanki yeni kılıfını geçirmişti üstüne. Altta kalan onca koku, duygu, kir yeni kılıfı sayesinde nasıl da parlıyordu. Göz alıcı bir sis bombası! Bir tarafta yatağın en serin kısmına akmak istiyor ama diğer yandan "bugünü de katletme!" diye bağırıyordu. İki sonuçsuzluktan hangisine sığınacağını bilmeden zamanı yiyordu. Zaman var mıydı? Varsa neydi? Bacakları sızlayana kadar ayakta kalmak mıydı? Ya da öğlen kaşıklara dolan atıştırmalıklar mı? Bunu nasıl kabul edebilirdi ki?! Zaman geçiyordu. Şarkı dibine kadar sömürülmüştü. Biteli ne kadar olmuştu da tekrar açmak için azıcık güç topladığında bunun farkına varmıştı? Güneşe çıktığında buz gibi elleriyle mini bir buzdağını andırıyordu. Çoğu zaman etrafına bakıp anlamlandıramıyor ve eski hislerini -pek de hoşnut olmayan hisler- yeniden barındırdığını farkediyordu. Olduğu yerde olmama! Böyle anlarda hep bir aksilik çıkagelirdi. Ne zaman uzaklaşsa ve o anda orada olmadığını, yaşamın koca bir görüngü olduğunu hissetse araba ani fren yapar ve o herkese saniyeler önceki durumundan on kat daha uzak bakışlar atardı. Düşünür, düşünür ve düşündüklerini sanki avazı çıkana kadar bağırdığını sanar, ardından kendini hissedebileceği kötü duygulardan birine yerleştirir ama aslında hiçbir şey de dememiş olduğunu anlardı. Nereye gitmişti peki kelimeler? İnsanın içinde evrene malolmuş koca bir kara delik yok muydu? Kaldı ki az önce durmak bilmeden konuştuğunu sanarak yüzü buruşmamış mıydı? Olmayan utançlar, olmayan diğer şeyler kadar vardı aslında. Hiç hesapta yokken, her şey gecenin sessizliğinde eriyorken bir öksürüğe sinirlenişi gibi. Ya da yarın ve sonraki günlerde daha ne kadar yabancılaşacağını kestiremeyişi..


29 Temmuz 2013 Pazartesi

Nothing Left to Lose

Sırtının kamburunu göremediğim yer. Yükleniyorum alabildiğine..

Darkwood - Nothing left to lose

In the dozen lake of time
We sank our guilt, we sank our crimes
At night when voices stalk into our dreams
Haunting us with malice rhymes

There is nothing left to lose but fear
There is nothing left to lose but fear
There is nothing left to lose but fear
There is nothing left to lose but fear

We stumbled through the maze of death
Escorted by grief and pain
We struggled through fire, we struggled through ashes
Our hopes were spoiled in vain

Now there's nothing left to lose but life
Now there's nothing left to lose but life
Now there's nothing left to lose but life
Now there's nothing left to lose but life

On a walk through darkened fields of loss
On a walk through golden fields of wheat
We approached our inner core of consciousness and felt
We are the folk of destiny, of deed

And there's nothing left to lose but time
And there's nothing left to lose but time
And there's nothing left to lose but time
And there's nothing left to lose but time..

28 Temmuz 2013 Pazar

Yoksunluk

Bir şey gördüm ama hatırlamıyorum. Sabah uyandığımda beni güne çivileyen bir şey. Kapı aralıklı kaldığında içime oturan huzursuzluk gibi. Ya da akşama doğru uyuyup iki saat sonra uyandığımda ertesi güne uyanmışım gibi. Koyu bir huzursuzluk. Koyu bir umutsuzlukla birleşip, kaynaşıyor şimdi. Gece perdesi aralandı. Yine milyonlarca görünmez şeytan sinekliğin ufak aralıklarından doluşuyor. Birbirine arka çıkan iki iyi dost. Aynı şarkıyı söylemeye başlıyorlar bir anda. Ortak beyne saldırıyorlar. Kıvrımların arasında yontulmamış bir tahta üzerinde ilerliyorlar. Tırtıkları büyük hasar bırakıyor. Sürtünmeden kıvılcımlar çıkıp, kekremsi kokusunu dolduruyor her tarafa. Sonra perde aralanıyor, tozlar her yerde! Nerede o şaşaalı heyecanlar? Nerede o insanlar? Nerede benim çıkarsız beynim? Bir aralık bulup soluklandırıyor kendini. İyi olan şeylere tahammülsüz, çirkin fikirlere karşı pek inatçı zihnim.. Fırsatını bulunca ayak ağrılarını unutabilecek kadar yürüyenlere karşı 'içten' kelimeler kuran.

Ayrılmaz bir rezillik içinde herkes hergün kilo alıp, yemeğe doyamıyor. Hiçbir yargıyı kaçırmayıp, kulaklarını ağızlarına kadar geriyorlar. Her söz duyulmalı ama hatırlanmamalı. Her cümle kurulmalı ama unutulmalı da aynı zamanda. Sanki dünyanın bütün hafızaları birleşip bende konumlanmış gibi. Yetmiyor çünkü bu kadarı. Sürekli edinim çabaları. İstemenin ya da kırıklıkların değil sadece kavramanın isteği. Ama hiçbir şey tam olarak iki avuç arasında varolamaz. Çok sıkı tutarsan parmaklarının arasından sızar, fazla gevşek bırakırsan.... Bu kadarı beni yormaya yetti. Yetti..

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Kendime kilometrelerce öteden yansımam ulaşıyor. Ayaklarım bir adım ileri giderken, ellerimle ileriye bilmem kaç karış uzaklaşıyorum, açılıyor ara. Sabahları karın bölgesinde, birbirinden ayrılma belirtisi gösteren organların savaşı. Gece hiçbir şey yoktu. Gece salttı ve sadece ağırlık vardı. İçi yanardöner birkaç kıvılcım sabahına kan kustururdu. Tüm belaları sabah karşılayan, susuz kalmış, acıkmış, tazelenmiş ve başının dönmesini son hız isteyen bir derviş. Müzik kendi kendine kısılır, yeni dinler; yeni korkularıyla inlerinde çoğalmaya başlar; Diş çıkaran, dişi çıkan, dışı kir tutmaz her beden kendini güneşin mikrop öldüren kısmında vareder. Ben sabahları mutsuz uyanırım. Hava kararınca, çoğunluğun tiksindiği yalnızlıklarına iki kolla sarılırım. Sabaha karşı gri havada, kurdun saatinde, her siluet kendi gölgesini selamladığında tüm fikirlerimi yıkarım. Yine de sabahın, öğleden sonrasına hazırlık yaptığı "beyni yıkayan, boğan, bunaltan" geçişiyle başa çıkamam.
Güneş tepeden vuruyor ve beynin damarlarını kurutuyor.

..

19 Temmuz 2013 Cuma

"Ben," dedi, "bir şeye özlem duydum mu, ne yaparım bilir misin? Bir daha hatırlamayacak kadar bıkıp da kurtulmak için yerim, yerim... Ya da tiksintiyle hatırlamak için. Bak bir zamanlar çocukken, kirazlara karşı anlatılmaz bir tutkum vardı. Param olmadığı için azar azar alıyor, yiyor, yine istiyordum. Gece gündüz kiraz düşünürdüm, salyalarım akardı; işkenceydi bu! Günün birinde, kızdım mı, utandım mı, bilmiyorum; baktım ki kirazlar bana istediklerini yaptırıyorlar ve beni rezil ediyorlar, ne plan kurdum bilir misin? Geceleyin yavaşça kalktım, babamın ceplerini yokladım, gümüş bir mecidiye bulup çaldım. Sabah sabah da kalktım, bir bahçeye gidip bir sepet dolusu kiraz satın aldım. Bir çukurun içine oturup başladım yemeye. Yedim, yedim, şiştim, midem bulandı, kustum. Kustum patron. O zamandan beri de kirazlardan kurtuldum; bir daha gözüme görünmelerini bile istemedim. Özgür oldum. Artık kirazlara bakıp şöyle diyordum: Size ihtiyacım yok! Şarap için de aynı şeyi yaptım, sigara için de. Hala içiyorum ama, istediğim anda 'harp' diye bıçakla keser gibi kesiyorum. Tutku bana egemen olamamıştır. Yurdum için de aynı şey. Hasret çektim, bıktım, kustum, kurtuldum."

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Hiç mi bitmez arsızın dudaklarındaki köpükler?
O köpükler ki içinde binlerce canavar barındıran döngüler.

9 Temmuz 2013 Salı

12

"Uyuyakaldım; uyandığımda Zorba gitmişti. Hava soğuktu. Kalkmaya hiç hevesli değildim. Elimi tepemdeki rafa uzattım, sevdiğim için yanımda getirdiğim bir kitabı, Mallarme'nin şiirlerini aldım. Yavaş yavaş, rastgele okudum. Kapadım, yine açtım ve attım. Bütün bunlar, bugün ilk kez bana kansız, insanca kokusu olmayan şeyler gibi geldi; mavi boyaları kaçmış, havada duran boş sözler! Tertemiz, süzülmüş, mikropsuz ama aynı zamanda besleyici lezzeti, hayatı olmayan bir su...

Yaratıcı parıltısını yitirmiş dinlerde, ilahlar, insanların yalnızlığını ve duvarlarını süslemek için nasıl ozanca süslere ağırlık verirlerse, bu şiirlerde de durum öyleydi. Yüreğin erişilmez istekleri, tohum ve toprakla yüklü, eksiksiz bir oyun, bir akıl, havasal ve anlaşılmaz bir mimari yapı haline gelmişti.

Kitabı açıp yeniden okumaya başladım. Bu şiirler bunca yıldır niçin etkilemişti beni? Arı şiir! Hayat saydam ve hafifçecik bir oyun olsun ki, onu bir boğum kan bile ağırlaştırmasın. İnsan ruhu köylü, kaba ve pistir -aşk, ten, çığlık-, maddeden kurtulup düşünce olur ve aklın yüksek dereceli fırınında simyadan simyaya sürüp gelişir!

Beni o derece baştan çıkarmış olan bütün bunlar, bu sabah nasıl da şarlatanca cambazlıklar gibi görünmüştü! İnsanın ruhsal acıları, her zaman, her uygarlığın sonunda, çok ustaca hokkabaz oyunlarıyla -arı şiir, arı müzik, arı düşünce- biter. Her din ve sahtekarlıktan öksüz kalmış, artık hiçbir şey beklemeyen, hiçbir şeyden korkmayan son insanın tüm toprağı, ruh halini almıştır ve ruhun artık beslenmek için köklerini salıp emeceği yer yoktur... Son insan da kendini boşalttı; artık ne tohum ne gübre ne de kan. Her şey sözcüklere dönüştü. Her sözcük topluluğu da müzik hokkabazlığına yöneldi. Şimdi son insan daha da ileri gidiyor; yalnızlığının ucunda oturuyor ve müziğin çözümünü, sağır matematik ölçülerle yapıyor."

Nikos Kazancakis - Zorba

"Her şey sözcüklere dönüştü" derken ne kadar da doğru konuşuyordu Kazancakis. Bıkmadan konuşmak ve konuşunca bıkmak. Düşüncesizliğin temel taşını oluşturan kirli savaş, aletleri ve sonrasında kanı keşfedip, dilini bu pisliğe bulaştırmakla başladı ve şimdi de sözcüklerin paslı tadına alıştı aynı organlar. Tutunmak için birer şart halini aldı ve her şeyi kendine dahil etti. Çölün kumları ya da hayvanların pislikleriyle dolmuş bir kuyudan ne farkı var ki?! Kafamı o suya daldırırım da bu cümlelerden tek birini ölene dek hücrelerimde kabul edemem. Kusar atar sonra susuz kalıp pıhtılaşmış tek damar yolumu da yine o pas kokan suyla doldururum.Yine de 'günümüz' insanının köylü, kaba ve pis ruhu ile yarışamam.

16 Haziran 2013 Pazar

.

Tüm düşmanlarım ya da hakkımda kötü düşününler benim hakkımda hiçbir fikre sahip olmayanlardı. Onlara tüm kapılarımı en başından beri kapalı tutmuştum. Soluk alışımdan tutun da yüzümdeki tüm mimiklerden, dahası düşüncelerimin belirleyicisi kıvılcımlardan bile uzak tutmuştum onları. Bu da aslında hepsinin eline oyalanabilecek birden fazla koz sunmuş olmaktı. Yoğurup yoğurup kin beslediler, nefret ettiler.

Bir insanı eleştirmek onu hiç de tanımamaktan kaynaklanıyordu. En yakın dostlarımıza bu nedenle içimizi açmamış mıydık zaten? Onlardan zarar gelmeyeceği duygusu kalıtımsal bir özellik olarak yer etmiş olmalıydı. En kirli ya da yoğun, karmaşık anlarımızı yüzlerine ışığı yansıtan ayna gibi çevirmiştik. En taze, duru zamanları bir dehlizin içinde hazırlayıp sunmuştuk. Saçmalamak, kahkaha atmak, en kusurlu uzuvları utanmadan sergilemek. Hiçbir söze gerek bırakmıyordu değil mi?

Biri binlercesinin yüzüne bakıyor
Diğeri binlercesine bakan birine.
Biri binlercesinin içinde diğerinin yüzünü görüyor
Diğeri ortaya çıktığını anlıyor
Biri kusursuzlaşıyor
Diğeri günahkar..

İnsanın içinde kasırgalar meydana getiren düşünceler ne denli kendinden uzaklaşıyordu. Sanıyordu ki her hareket müthiş birer açıklık. Oysa tam tersi. Ne denli kapanırsa, fikirleri o denli kötüye çekiyordu..

Yara, yara olduğu gizlendiğinde iyileşmiyor..

Not: Fazla kusmuk.

11 Haziran 2013 Salı

Kafesin içindeki maymuna göre dışarıdakiler kafesin içindedir, kendi özgürdür. Bu nedenle bizim kafeste gördüğümüz canlı rahat ve patavatsız tavırlarıyla hep ilgi odağı olmuştur. Bir de onun açısından bakalım. Bir ağacın dalında oturmuş önündeki diğer maymunun bitlerini ayıklarken birinin o koca demirlerden üzgün, meraklı ve daha binlerce ifadeyle ona baktığını görüyor. Şimdi bu durumda kafesin içinde olan hala daha maymun/lar olabilir mi? Telaş ve panik insanı durumdan kaçmaya iter, bakışlarına, hareketlerine yansır. İlginç bulduğu her nesneye kilitlenen çocukluktan gelme güdülerimiz. Bir yol ve o yolda binlerce kafes. Bir kafesten diğerinin demirleri görünüyor ve onun arkasındakilerin özgür yaşamı yine bakana göre. Aradakiler Kızıldeniz'de mahsur kalmış birkaç gemi çalışanı. Son kulaçlarını sağa sola bakarak, son cümlelerini kendinden olmayanları küçümseyerek ortaya döküyorlar. Zavallılar, zavallaşıyorlar. 

Kabul edelim ya da etmeyelim. Hepimizin yaptığı maymunluk işte.

7 Haziran 2013 Cuma

İki ucu olan ve birbirlerine zıt akan alan. Tüm bunlar olurken ortanın olmaması nasıl bir trajedi? Birinden kurtulmak öbürünün kollarına kendini bırakmak. Birinden sıkılmak diğerine geri dönmek. Yaşamımız iki ucu kapalı bir düzende özlemlerle ve nefretlerle geçiyor. İki ayna arası sonsuz görüntüden ibaretiz. Kendimize yansıyıp, kendimizden geçiyoruz. Böylece hem kendimizi haklı çıkarıp hem de kendimizle çelişiyoruz. Bundan sapmak tümüyle yitmek. Peki yitmenin yolu, yöntemi nedir?

..

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Murder Made History

"Her halükarda suçluydum. Onu doğurarak ölüme mahkum etmiştim. Söyleyecek hiçbir şeyim yoktu. Açıklama. Neyi açıklayacağım? Kime açıklayacağım? Açıklama, bahane bulmak demek. Ölümün bahanesi yok."

Tık tık. Kapıyı bile ikiden fazla, üçten az çalmazdı. Kaldı ki bodrum katında böcek olmaması için yapılan tinerli yakım işlemi gelenin kafasını döndürüyordu. Bağımlılar da bu kadar sinirli mi oluyorlardı acaba?

Tırnak diplerinden başlayarak bir kapı çalmasına kadar bütün vücudu parçalara ayırıp, son cılız tınlamayla beyni toplamaya çalışmak. Ama önce eller yok olmamış mıydı?! Nasıl oluyordu? Dişler ne güne duruyor. Yemek bulamayınca mideden daha çok isyan eden dişler, beyni çiğnemek için nasıl da iştahlandırıyordu dili. Acı ölüm getirmeseydi, insan kol ve bacaklarını baltayla kestikten sonra yediğinde geriye ne kalırdı? Temiz iş doğrusu. En azından bir insanın ölme süresinin 15 dakika kadar olduğu düşünülürse ve midenin de 20 dakikada doyduğu hesaba katılırsa bence olur, olur!

"Onu doğurarak ölüme mahkum etmiştim." Dışarı çıkardığı her sözcük, mukusla karışmış iğrenç kuru şeylerin lapasını andırıyordu. Yapış yapış. Köpeğin önüne atsan yemez. Çürümek zorunda artık. Öyle olması gerekmez mi? Ama insanlar buna da fırsat vermiyor, küflenmiş ne varsa tıkıştırıyorlardı ağızlarına. Yediğim her şey artık benimdir. Onu öğüten enzimler, sıvılar. Benden olanı yemek, beni yemek, leş! Benim sözcüklerim, benim hareketlerim, benden olanı kendine geçirmek.

İnsandan ala leş var mıydı?
İnsan kendini sindirip sonra kusarak yalnızlaşma mıydı?

"Ölümün bahanesi yok." Ölümün cezası var. Ölmemeninkinden daha az olsa da. Ölememeninkinden kaç kat. Hadi patlatın kafanızı!

14 Mayıs 2013 Salı

Role tapın.

Dünya her gün dönüyor. Başım sadece son üç gündür. Birini alıp duvara geçiriyor ve duvarda leke kalıyor. Lekeler hareket ediyor, koşuyor ve o da bir başka duvara çarpıyor. Lekenin lekesi.

Mutluysan çözümün her yerde yanlış da olsa geçerlidir. Bu nedenle ilk paragraf sadece işlevsizler ve gerçek günahkarlar için. Haksızlığı haketmişler için. Her gün yepyeni karamsarlık ve kararsızlıkla uyananlar için. Sokağa çıkıp, umarsızca yürümeyenler, çürüyenler için. Bir köşede. Ev. Evin içinde oda, Odanın içinde bir yatak. yatağın içinde bir dünya. İçindekiler için.

Atlas gibi dünyayı sıkıntılarıyla beraber üstlenmiş ilerliyorum. Belki de ilerlemiyorum. Sisifos ile Atlas kırması olarak yer edinmişim anlamadığım yeryüzünde. Yaşamım boyunca binlerce mimikle sınırlandırılmış olarak. Ama her şeyde bir eksik yok muydu? Alkol fazla kaçmaz mıydı? Ne zamandır içmiyorum. Yatağımda bir geceliğine ben yokken konaklayan adam ertesi gün yalnızları oynamamış mıydı? Soluksuz, suratsız. Ne biçim bir çıkmaz bu benden olanlara dokunanları kendine hapseden. Koltuğun altında bir karadelik mi vardı acaba. Aradığım ve bulamadığım şeyleri araklayan. Ne lümpen bir ağız!

Aklımda hiçbir zaman beceremeyeceğim şeyin hissi. Umutsuz bakış açımı nereden aldığımı biliyorum. Biraz genetik, biraz çevre şartları. Yoğurup fırına sürdüğüm dışı pişmiş ama çiğ kalmış yemek. Gülüş yok. Eğlence yok. Dostlar yok. En uygunsuz zamanlarda insanların olmamı istediği yerdeyim. En uyumsuz zamanlarımda etrafta kimse yok.

Ne karmaşa!

Zıt yönlü bir gelgit çukuru. Başım dönüyor içine bakınca. Ben benim de etraf kim? Rüyasında görünüyorum birinin. Öbürünün başucunda. Su içerken yakalanıyorum beni meydana getirenlere. Çıplakken insanların Tanrısı eşyalarımı alıp kaçıyor. Tanrının insanlarıysa düşüncelerimi, zevklerimi. Yıllardır gitmek istediğim ve zamanla aşırılan bu isteğimden koptuğum İzlanda'yı da birileri doldurmamış mıydı ceplerine?! Şimdi yeni arkadaşlarına ballandırarak anlatmıyorlar mıydı? Bir şarkıyı değere aldanıp aktarınca hemen yüzüme tokat gibi çarpmamış mıydı? Kim benden ne istiyordu ki? Ben ne veriyordum ki? Kendime bir parça yalnızlık sunmamın sebebi zamanın parçaları.

Kabul etmiyorum, kabul ediyorum. Aklım bulanıyor ve hepsi birbirine geçiyor. İşte bu yüzden çıkış yolum yok. Bir girdaba atılmışım. Bekleneni veremeyen, olanı kabul görmeyen. Bu nedenle toz olun ve role tapın! TAPIN!

29 Nisan 2013 Pazartesi

Yanılgıya açlık, yenilgiye tokluk!

Ankara'dayken bir hamburgerin gecenin 3'ünde bana açlığımı hatırlattığını anımsıyorum. Oysa üç, dört saat öncesinde tıka basa yemiş, üzerine de bir şeyler içmiştim.

İşte böyle. İnsanlar ufaktılar ve bir kere boşluğa girdiler mi tüm alanları dolduruyorlarmış gibi hissediyordum. Peki tüm bunlar, bu açlık için herkesin önünde soyunmaya ne gerek vardı? Herkeste bir eşyamı bırakarak en sonunda şehrin tümüyle beni ele geçirmesine.. Yıllar boyu tek bir varlığa karşı kendini koruyan, korkan, çekinen ben nasıl oldu da enkaz yığınına atıverdim ki kendimi. Algımın, kalbimin, zihnimin boş kısımları için arayış, insan atası şehirleri katetmekle geçti. Bu nedenle yaşamıma çoğu kez ziplenmiş diye de laubali bir yakınlıkla yanaştım. Hiçbir yerde tam olamamak, olduğum yerde de olamamayı sağladı. Kısıtlı hareketler, düşünceler. Herkesi tek bir havuzun içine doldurup esir kıldığım bir düzendi bu. Henüz bir şey kırılmış değil aslında. Tekrardan aynı duruma düşeceğimi biliyorum ama bunu bilmek istemiyorum. Kaldı ki bilsem bile bunun duygularımı harekete geçiren bir tarafı olmasını istiyorum. Boşa çaba! demiştim. Giymekten sıkılmadığım botlarıma sayaç taksaydım arabanın kilometresinden bile fazla çıkabilirdi oysa. Ya da ona tanıdığı insanları sorma fırsatım olsaydı tek tek anlatırdı. Yine de tüm bunları yanında her şeyin güneş parladığında beliren toz zerrelerinden hiçbir farkı yoktu. Hayal kurmayı sevmiyorum. Hayal kuranı da sevmiyorum artık. Şöyle yapalım, böyle güzel olur söylemleri beni olduğum yere daha da çok çiviliyor. Tüm bunlar olup biterken benim bir kere olsun yanılmamama ne demeli peki? Olmayacağını biliyordum ama bunu söylemek istemiyordum. Çünkü ben ne zaman olmasını istesem olmazdı. Olmayacak olmasını bile dile getirmem olacak olanı benden uzaklaştırırdı.

Umutsuzluk, karamsarlık ne denirse densin. Çünkü ne dediğinin, ne yaptığının, nasıl giyindiğinin, konuştuğunun, hangi kelimeleri seçtiğinin, eğitiminin, bilginin, saçının başının hiçbir önemi yok. Tuhaf. Bunları yıllar önce de düşünüyordum. Yanılmıyorum! Yanılgıya aç olmak bir meziyet değil, aksine okkalı bir işkence yöntemi.

26 Nisan 2013 Cuma

For The God Below

Muhteşem solo solooo..

A Nighttime Project

Yine uyku yok. Uyku aynı zamanda yedi kollu bir umut sömürücüsü. Her gece fazladan alarak içimdeki heyecanları ne denli körelttiğimin karanlık kanıtı. Bu sayede gözümün içine dalan güneşe bile meydan okumuyorum artık. Birbirine geçen kelimeler arasında düzlük ararken kendimi Andre Breton'un şu satırlarında buluyorum: "Saat dört sularında avizeden umutsuzlanırım ben, gece yarısına doğru da yelpazeden umudumu keserim..." Ah Breton o her geçen gün, arasından derelerin aktığı çizgilerin umutsuzluğunu bilebilseydin benden bile umutlanırdın umutsuzlanmak için. Dondurucu bir günün altında kalan geceyle hem de öyle bir umutsuzlanırdın ki ölmeye bile mecalin kalmazdı. İçmeden ölenlere inat içerek nasıl bu kadar ayakta, ayık kalabildiğimi görebilseydin sen mi bu durumdan hoşlanmazdın yoksa ben mi somurtup, uzaklaşırdım bilinmez. Kime ne söyleyeyim ki? Dışarıya kusmayı bir türlü kesemeyen iki kasın hezimetine uğrayarak yüzlerce kasın bir anlık koma etkisini hissetmek. Can alıcı biçimde! Sonra yığılıp kalmak en rezil yerde. Düşünmek istemiyorumu düşünmenin çıkış kapısının olmadığını düşünmek. Daima ve daima. Bilinçli olmak istemiyorum. Koca bir dalga gelsin son kez ve ben dalıp altından geçerek uzaklaşayım. Orada, burada ya da şurada olmadan. 


23 Nisan 2013 Salı

Zihinde kavga

Yolun ortasında öylece durmuş bekliyor. En sonda kendi beliriyor. Işığın sonundaki tünel gibi. İki elinin parmaklarını aynı anda hareket ettirebiliyordu ama kendisiyle karşılaşınca kendine bile denk düşmeyen "ben"i gördü. Başka bir yerde de olsa, orada sahiplendiği yatağındaki "ben"den uzak bir sokaktaki kendi geziyordu. Dışarıdaki, cümlelerini hunharca savururken, içteki daha sakin, gündüz ışıklarından kırışıklık kazanmış birkaç çizgiyi yokluyordu. Bunu düşündüğünde bile aslında her şeyin ona ne denli uzak olduğunu kavraması da güç olmuyordu. Bu nedenle bekleyiş herkesin içine heyecan tohumları saçarken onda sadece bir buzdağı parçalanışına eşdeğer hal alıyordu. Beyni tüm bu buzlar içinde kaynasa da görüntü de bunu ele vermiyordu. Biliyordu kimse yoktu, olmayacaktı. Kendinden bile emin olamazken ve dahası her yere parçalarını gelişigüzel dağıtmışken ne onu böylesine kendinde hapsedebilirdi ki?! Bir zavallı olduğunu düşündü. Sonra bunu düşündüğü için sokaktaki "ben" tarafından yıkıcılığın gücü altında kendinde belirsiz bir özgüvenin varlığını hissetti. Çok geçmeden birbirleriyle kavgaya tutuştular yolun ortasında. Kan gövdeyi götürüyordu ama acı duymuyorlardı. Kendilerinden geçercesine bir savaşın çıkmazında hala daha iyi bir şeyler yaşanacağına dair umutlarını kendileri gibi yitirerek geceyle gündüzü griye çaldılar..

9 Nisan 2013 Salı

1+1=1

 

 


     Bu iki şarkı birbirine öyle güzel yakışıyor ki. Altında oturup ateş yakası geliyor insanın.

8 Nisan 2013 Pazartesi

08042013

Boşa çaba!

Beni duyman için daha ne kadar bağırmalıyım?!

Gecenin karanlığından daha koyu bir günün perdesi aralanıyor. Yüksek zihinlere bahşedilmiş kırıntılar arasında soluksuz kalınan günlerin sabahı daha farklısını göstermiyor insana. Alış, alış, alış. Yoksay bir sonraki şarkıya kadar. Bir sonraki saçma film. Ondan sonra kitaplar arasındaki kül ol. Bir yapraktan neyim eksikti de insan şeklinde salındım yeryüzüne? Bir dal parçası ki benden daha mutlu olduğu yerde. Ayaklarım uçsuz bucaksız okyanusları aşabilecekken ne diye böylesi bir ürperti doldu oraya buraya? Ben ben olmak istiyor muyum beynimle, uzuvlarımla. Ben ben olmak istiyor muyum yürüyenlerin arasında. Ben ki benden çok uzak bir yerdeyim. Ben ki sizden kaçmak için değil ayaklarımı her şeyi ortaya koydum. Lamba bile beynimin sönmekte olan yıldızın enerjisinden kafayı bulmuş, titreyip duruyor. Oysa daha iki saat öncesine kadar gözümü alıyordu. Neyse. Yarın, gecenin karanlığından daha koyu bir gün olacak. Ve ben birilerini parçalamadan günü sonlandırırsam tanrının varlığına inanacağım.

Bir şeytan ki insanın günahları altında kötü damgası yemiş. Oysa her gün bir sürü şeytan, içindeki başka şeytanlarla yanımızdan geçip gidiyor..

3 Nisan 2013 Çarşamba

İşte orada! Evet tam orada.

Kadının biri yarışıyor. Dünya hakkında en ufak bir fikri olmayan ama yemek konusunda bilgisiyle tüm feylesofları deviren. Tam da bu noktadan bir soru  yükseliyor. Kadın hemen cevaplıyor. Yüzünde ve uzuvlarında sevincin yankısı yer alıyor, mutlu oluyor. Keşke diyorum, keşke o kadın gibi sadece ata binmeyi ve doğada gezinip bitki toplamayı öğrenseydim. Edindiğim ufak birkaç bilgi beni mutluluğun doruklarına taşısaydı. Dünyayı ayaklarım altında ezip, anlık tavan yapan özgüvenle sarssaydım her tarafı.. Ama yok. Ne bozdurulup harcanan, ne de varlığıyla beni yücelten bilgi denizinin ortasında edindiğim ufak kayıkta oltama bir balığın takılmasını bekliyorum ki karnımı doyurayım. Dudaklarımı denizin gizli ceplerindeki birkaç damla suyla ıslatıyorum ki kuraklık kendini dudaklarımda varetmesin.

Mutsuzluk! Daha önce de söylemiştim "aptallık, sonsuz mutluluk" diye. Bugün bunun harfi harfine açıklaması beliriyor zihnimde, beynimi dalgalandırıyor. Bana sadece hareketlerimi kontrol etmeyi ya da insanların akıllarından geçen şeyi bulup çıkarmaya yarayan bir şeyi istemiyorum. Bazen denk gelip sırf sıkıntıdan doldurduğum ve kimisinde ne cevap versem diye düşünüp kazara hiç de istemediğim şeyi işaretlediğim şıklar gibi doğarken de huzursuzluk kutusuna tik atmış olmalıyım. Çocukların ilk yaşlarında olumsuzluk belirten -ma ekini yoksaydıkları gibi ben de tüm olumsuzlukları yok saymış olmalıyım ki hepsi karışmış, çorba olmuş. Ya da tuzu biraz fazla kaçmış, yiyemiyorum..

1 Nisan 2013 Pazartesi

Soyut katili silah

İyice mehter takımı gibi oldu zaman. Vidası gevşedi artık. Bizse bu düzene her seferinde ayak uydurmak zorunda bırakılıyoruz. Pazarlarda ya da marketlerde satılan yiyeceklerle beslenmek zorunda olduğumuz bir dünya gibi. Üstelik bunu öyle kusursuz biçimde yerine getiriyoruz ki. Saatler ileri alındığında okula çok az kişi geç kalırdı. Geç kalınıyordu değil mi? Bu kavramlara en az yön duygum kadar yabancıyım. Her neyse. Aslında olay keşke tümüyle bundan bağımsız olabilseydim düşüncesiyle belirdi. Zamanın olmadığı ya da kendi isteğime göre yaşayabildiğim bir evrenden bahsetmiyorum. Ama yine de zamana bu kadar bağımlı kılınmak.. Bilgisayar saati otomatik olarak ileri atıp beni koşullandırmasaydı. Bir saat geriden gelseydim. Sanki tüm bu zorunluluklar ayın dünyaya yaptığı etkiye benzer türden şeyler sunuyor beynime. Uyku düzeni, beslenme şekli. Bir şeyde karar kıldığımda hemen aklımı çelmeye çalışan ve hatta çelme takan şeyler devreye giriyor. Bense sanki açık yarası olanlar gibi acı çekmeye ve değişmeye başlıyorum. Ona itaat ediyorum. Sonra kendimi unutuyorum.

Gölgemle kendime bir saat geriden yetişiyorum.

31 Mart 2013 Pazar

The Death of Longing


Islıklar o kadar güzel ki. Rüyama girse huzur bulurum.

"Between two rows of tenderness
And two rows of despair
And now I owe you all
And now I owe you all.."


30 Mart 2013 Cumartesi

Second


                                                                Ve gün eridi..

29 Mart 2013 Cuma

Yastık

İnsanın uykusundayken irkilmesinin en büyük destekçisi genelde ilkel yaşam hazinesi diye belirtildi bize. Ağaçlarda uyuyan ilk insanların düşecekleri zaman irkilmelerinin asırlar sonrasına kalıtıldığı düşüncesi çalındı kulağımıza. Bu doğru olabilir -ki öyledir. Ama ne tuhaftır ki, ilkel özelliklerini uykusunda bile gösteren bizler metaların alışkanlığına boyun eğmiş gidiyoruz. Yastıklar ve ortopedik yataklara mahkum mahluklar kıldık kendimizi. Az önce yüzüstü uzanırken bunu düşündüm. Hatta başta kelimeleri toparlamaya çalıştım. Biraz daha o şekilde kalsam uyuyabilirdim bile. Ama hep bu oluyor. Ne zaman uykuya dalacak olsam bir şeyler düşünüyorum ve kafamda o düşünceleri çağrıştıracak şeylerin işlevsizliğiyle kısa sürede unutuyorum. Her neyse. Alıştığımız şey rahatlık mı yoksa alışkanlığın ta kendisi mi çözebilmiş değilim. Ama yaklaştım. Yüzüstü uyuyup, ayaklarını 90 derece kıvırıp, sabaha kadar o şekilde uyuyan kuzenimi düşündüm. Başta bu durum bana epey sorunlu görünürdü. "Olur mu öyle şey" derdim. Neden olmayacaktı ki? Her geçen yeni özellikleri çıkan, rahatına düşkün insanlar tarafından bir çırpıda alınıp harcanan şeylere bağımlı değil miydik? Bunlar alışkanlıkların ufak birer parçası sadece. Sonra kafamın altındaki yastığı kaldırıp altına sızdım. Böyle daha rahattı. Boyunu desteklemesi açısından daha sağlıklı olduğu düşünülen şey bizi konfora bağlı kılan şeylerden sadece biri. Yüzüstü uyumaya çalışıp kollarınızı bacaklarınıza paralel uzatırsanız bu anatominize terstir. Başınızın yanında konumlandırmak istersiniz kollarınızı. Hatta ilkel güdüleriniz harekete geçip, irkilirseniz hemen başucunuzda bir bardak suyun yerini almış elinizle kendinizi bile tokatlayabilirsiniz. Bu rahattır. Bu güdüdür. İşte gerçek konfor! Heyhat. Yastıkları demir parmaklıkların arasından aşağıya atma vakti. Ya da bırakalım da üniversitenin ilk yılında, kalabalık partiler veren kızların kavgasına meze olsun. Ya da. Neyse ne işte. Bir köşeden göz de kırpabilir. Dekoratif hoş gereç..

Not: Sabahına kafama yastık yedim. 

22 Mart 2013 Cuma

Que bonito es un entierro!


                                            Fando ve Lis. Bir Jodorowsky manyaklığı.

20 Mart 2013 Çarşamba

Aklın yolu bir mi?

Oralarda bir yerlerde keşfedilmeyi bekleyen bir "hakikat" yok.Buna alışmamız lazım.İnsanlar temas ettikleri herşeyi ister dini ister dünyevi ister sosyalist ister kapitalist ister hümanist ister mizantropik veya sayılamayacak kadar çeşitli şekillerde açıklarlar.Bunlardan biri diğerinden daha iyi değildir.Hepsi eşit derecede anlamlı veya eşit derecede anlamsızdır.Herkes kendine yakışanı alıp giyer.Veya atalarından kalan giysiyi yamayıp giyer.Hiçbir elbise diğerinden daha kutsal değildir.Şüphecilik ise herkesin elbisesinde bulunması gereken en değerli kumaş çeşididir.

Bu değersiz düşüncelerimi paylaşmama müsaade eden dostum Cansu'ya sonsuz teşekkürler.Ömer

17 Mart 2013 Pazar

7

Eskiden (bu çok uzun bir süreci kapsamamakla birlikte) kendimi yitirdiğimi anca mutlu olduğumda hissederdim. O zamanlar bunu bilirdim gerçi. Neye, kime karşı önemi olmadan iyi şeyler, kuvvetli şeyler, bir şeyler hissettiğimde kendimden uzaklaştığımı bilirdim. Beni vareden şeylerden bir kopuş gibi. Her zaman içimde taşıyacağımı bildiğim ve dahası kendimden bir parçayı kaybetmemek için çok çabalardım. İfade etmek, anlatmak bana bunlar için yorucu bir koşu gibi gelse de yapardım. Bu tıpkı gündelik yaşamına devam etmeye çalışanların para kazanması, her sabah erken uyanması gibi şeylerdir. Sadece ortada görünür, elle tutulur kısacası somut şeyler yoktur. Önce kendimi varetmeye çalıştım hep. Yeri geldi kırdım, çektim gittim. Şimdilerde en basit görüntülerde bile aklıma dolup, beni taşıracak şeyler o zamanlar birer nefes darlığından öteye gitmezdi. Yıllar sonrasını, bulunduğum yeri bilsem de buna çabalardım. Ah di'li geçmiş zamanlar. Bir özlem yok! Yaptığım şeylerin -en azından bu uğurda- bir hata olduğunu düşünmedim. Bu tarz düşünceler gelip yerleşse de zihnime çabucak elimin tersiyle ittim. Çünkü o zamanlar bunu yapmasaydım şu anda olduğum yerde -eh pek iç açıcı bir yer olmasa da- olamazdım.

Şimdi..

Geçmiş hakkında çok net konuşup, mutsuzlukluklarımı, umursamazlıklarımı ya da aynı ölçüde eğlencelerimi hatırlıyorum. İyi-kötü ayırt da edebiliyorum. Ama nasıl anlatsam.. Artık o üzerimi kaplayan ve adının ne olduğunu bilmediğim toz bulutları sanki koca bir evren yaratacaklarmış gibi duruyorlar. Bütün algıları yerle bir olmuş, en çok keyif aldığı şeyleri bile duyumsayamayan, haliyle bu dünyadan kopup, gitmiş bir beden görüyorum. Kendime dışarıdan bakmak her zaman ürpertici gelmiştir. Ama şimdi kendimin varlığını bile duyumsayamacak kadar körleştim. Bu uyuşma değil. Diyorum ya adı olmayan türlü şeylerin yokoluşu. Aldous Huxley "belki de bu dünya başka bir gezegenin cehennemidir" derken ne ifade etmek istemişti diye düşünmüyorum bile. Bu yaşamla olan bağlarımı bıkkınlık bıçağıyla ortadan ikiye kesip, kendi yerime geçiş yapmış gibiyim. Terimleri, ideolojileri, inançları, tutkuları ve uyduruk kılıflarıyla onları asla bir araya gelemeyecek şekilde ayırdım. Yakın zamanda dünya üzerinde varolan her türlü bilgiye olan açlığımı da yitirip, bütün kelimeleri unutup, konuşamadığım tüm dillerin isimleriyle beraber gömeceğimden şüphe duymuyorum. Çünkü artık her biri gözüme o kadar anlamsız görünmeye başladılar ki. Bu bir itiraf değil, vazgeçmek hiç değil. Eskiden düşünürdüm. Hatta hala daha kulaklarıma çınladığı oluyor. Bir uğultu, esinti. Ama çok geçmeden baltayı indiriyorum başlarına. İstemli hareketler bütünü değil bunların hiçbiri. Ben de bilmiyorum, anlamıyorum. Ne geçmişine, ne bugününe ne de geleceğine yakın gördüğüm bir evren burası. Gezegenleriyle, o müthiş doğa olaylarıyla, aşklarıyla bana fazlasıyla uzak bir cehennem..

Belki de sadece bir anlık gel-gitten öte değildir.. Ha ne dersin? Ne dersiniz?!

14 Mart 2013 Perşembe

Şu kelebeklerin ilginç huyları var doğrusu. Özellikle gece uçanlarının tipsiz oluşlarından çok korkaklıkları da mevcut olmalı ki dumandan kaçıyorlar. Acaba kendileri gibi uçan başka bir kelebeğin varlığını mı düşünüyorlar? "Burası benden önce işgal edilmiş. Şansımı başka sıcak evde aramalıyım" girişiminde bulunuyorlar. Mesela sinekler öyle değiller. Duman falan dinlemez dalar. Ateş bile olsa geçer içinden. Cesur korkunç yaratıklar. Ama böylesi doğru bir denkleme kapı açıyor adeta. Mesela çirkin olan kurnazdır, güzel olansa saf, salaktır. Kelebek dövmelerinin moda olduğu zamana karşılık ben hiç vücuduna sinek çizdiren birini görmedim. Buradan insanların kendi özelliklerini ortaya çıkarma hamlelerini ve olmak istedikleri kişiye hızlı adımlarla yakınlaştıklarını düşünüyorum. Diane Arbus gibi çirkinlerin ve rahatsız edici varlıkların aslında gerçek güzelliklerinin örneği geliyor aklıma. Bu gereksiz ayrıntıdan sonra beynimi yarasalar ele geçiriyor. Bak işte onlara söyleyecek lafım yok. Ne gündüz dolaşan, güzelliklerinin farkındaki kelebekler gibi bir çiçeğin en belirgin yaprağına konup kendini gösteriyor ne de ağır aksak ilerliyor. Bir yere konarsam ya da yavaş uçarsam çirkinliğimi ele veririm. O nedenle sağa sola deli manevralarımla bunu baskılayayım diyor. Aslında hiçbiri böyle olmayabilir. Zaten bu şekilde olmaması da muhtemeldir. Ama doğa bize sunduklarını istediğimiz biçimde yorumlama şansı vermiyor mu? Bu gece de dışarıya bakıp, bunaltıcı havayı içime hapsederken bir kelebekten açılışı yaptım ve buraya kadar geldim. Çocuk kitaplarına konu bile olabilir bu yazdığım haha.

Neyse olay bundan ibaret. Saat henüz gece 12 olmasına karşılık herkes yatağında. Yavaş yavaş günler uzarken kendini buna alıştırmaya çalışan insan sürüsüyle ve gecenin giderek kısalmasıyla bana ancak kelebeğin eşlik ettiği bir anı yaşamak. Gündüzü insanlarla paylaşan ben ise geceyi sadece kelebek, sinek, karınca ve bilumum uçan-kaçan canlıyla geçiriyorum. İyi de oluyor. En şekilsizi ya da en güzeli hiç farketmez, ben kendimi "kötülükler"den korumak için beton yığınının arkasına hapsedip, sadece pencere ve balkonla ödüllendirmişken, dışarıda başıboş ve korumasız dolaşan bu canlılarla bağ kurup, o hiç de kıymeti olmayan zamanla çok değerli anı onlarla paylaşıyorum..

9 Mart 2013 Cumartesi

Withnail & I

Son günlerde güzel filmler akımına kapıldım gidiyorum. Bundan kaynaklı olarak akşam yatağa uzanıp bir şeyler izleyip beynimi doldurmak her şeyden daha cazip görünmeye başladı. E zaten öyleydi ama bu sefer akımın etkisinden kaynaklı beynimi yoran değil dolduran şeyler izliyorum. Bir nevi düşüncelerin de baharda filizlenen tomurcuklar halini alması gibi.

Bu serinin The Sunset Limited ve Naked'dan sonraki üçüncü filmi olan Withnail & I bir Bruce Robinson başyapıtı, etkileyici kara film örneklerinden biri. Filmin adından da anlaşılacağı üzere Withnail ile birlikte olayı aktaran Marwood arasındaki hayata tutunmaya çalışma çabası anlatılmakta. Bu şekilde belirtmek filmi biraz hafife almak olur. Bu arıza film hakkında izlendikçe derinleşen düşüncelerimden bahsetmek biraz güç. Manik-depresif bir hal ve birden toparlanmaya çalışmak için ele geçirilen güç ile aynı denli dibe vurmak için harcanan güç arasında orantılı bir denge söz konusu. Müziklere zaten lafım yok. Filmin kendine has ritimleri olsa da arka planda ara ara şekillenen Jimi Hendrix, The Beatles'dan müzikler de yine bu başyapıta çok şey kazandırmış. Aslında bunun da bir nevi gönderme mi yoksa içtenlikle yapılan bir hareket mi olduğu konusu kafa karıştırıcı. Sonuçta mutlu mesut olaylar dönmüyor içeride.

Kısacası oldukça etkileyici bu filmde, Baudelaire'dan ve Shakespeare'den alıntıların olması da filmi zenginleştiren birkaç diğer unsur. Karakterlerin özenle seçildiğini ve her izlenişte yeni bir şeylerin göze çarpacağı hissini bünyemize işleyen bu yapıtın son sahnesinden gözümü alamadan, tekrar tekrar izlemem ve sonunda buraya kadar vardırmam bir anlamda egomu beslemeye yönelik minik hareketlerimden yalnızca birkaçı.

İşte o sahne:



"I have of late, but wherefore I know not,
lost all my mirth.
And indeed it goes so heavily with my disposition
that this goodly frame the earth
seems to me a sterile promontory.
It's a most excellent canopy, the air.
Look you, this brave, o'er hanging firmament.
This majestical roof fretted with golden fire.
Why, it appeareth nothing to me but a foul and pestilent congregation of vapors.
What a piece of work is a man,
how noble in reason,
how infinite in faculties,
how like an angel in apprehension.
How like a god!
The beauty of the world
Paragon of animals
Yet to me, what is this quintessence of dust?
Man delights not me.
No, nor women neither.
Nor women neither."


"Geciktim ama neden, bilmiyorum,
tüm neşemi kaybettim.
Ve yaratılışım yüzünden çok şiddetli bir biçimde soluyor
iyi hali dünyanın,
bana verimsiz bir dağ gibi gözüküyor.
Gökyüzü, en şahane kubbe.
Bir bak, bu yukarıda duran cesur gökyüzüne.
Bu haşmetli çatı, altın alevlerle süslü.
Neden bana melankolinin öldürücü ve yanlış birliğinden başka bir anlam ifade etmiyor peki.
Ne çeşit bir görevdir insanın ki
nasıl azametli,
nasıl sonsuz bir beceri,
korkudan nasıl bir melek gibi!
Nasıl Tanrı gibi!
Dünyanın güzelliği
Hayvanların mükemmel örnekleri
Hala aklımda, toprağın özündeki.
İnsani zevkler bana göre değil.
Buna kadınlar da dahil.
Kadınlar da dahil."

William Shakespeare - Hamlet

7 Mart 2013 Perşembe

her gün giyinip soyunmak zorunda olmadığı için kendini asan adam

Döngüler, kendilerini farkettirmeden, çoğu insanı hayatta tutuyor. Güneşin doğup batması, mevsimlerin birbirini kovalaması, ağaçların yeşerip kuruması, günlerin uzayıp kısalması... En fenası ise günümüzün sosyal döngüleri, insanların doğması, okuması, iş bulması, evlenmesi, ölmesi, aynı şeyi onların çocuklarının yapması. Bütün bu döngülerde oluşan aksaklıklar onlara korkunç birer afet gibi gelir. Ben bütün bunları aksatan herşeyi, herkesi kucaklıyorum. Tüm bunlar son derece yorucudur. Oksijen almak, karbondioksit atmak, kalbin kasılması, işte döngülerin en yorucusu.

1 Mart 2013 Cuma

...son sınıfa gelene kadar herşey yolundadır.Kimse zerre kadar ilgilenmez sizinle.Kolayca yontulabilecek biri olduğunuz için öğretmenler nasıl da iyi davranırlar.Hatta bazıları sırf bu yüzden sizi sever,evde okumanız için kitaplar verirler.Bazıları çok gücenir buna, ama zaten o öğretmenlerin de davranış sorunlu tiplerle uğraşmaktan başlarını kaşıyacak vakitleri olmadığından, matematik ve okuma dersinde ötekilerden öndesiniz diye size sataşmaya fırsat bulamazlar.Sizin kadar zeki ya da sizden de zeki bir avuç çocuk sınıf panosunu hazırlamak,öğretmene liste çıkarmak ve bunun gibi işlerle uğraşırlar.Küçük çocukların ne kadar acımasız olduklarına dair söylenenlere gelince, büyüklerinkinin yanında onların zalimlikleri solda sıfır kalır.Küçük çocukların akıllısı da kafası çalışmayanı da aptaldır işte.Aptalca şeyler yaparlar.Akıllarından geçenleri pat diye söyleyiverirler.Düşünmedikleri bir şeyi söylemeyi öğrenmemişlerdir henüz.Bunu daha sonra, yetişkinliğe geçip, yalnız olduklarını anladıkları zaman öğrenirler.Sanırım yalnızlığınızın gerçekten farkına vardığınızda çoğu zaman paniğe kapılırsınız.Bundan kurtulmak için apar topar kaçar,gruplara-klüplere,derneklere,takımlara,kalıplara-sığınırsınız.Birdenbire tıpatıp ötekiler gibi giyinmeye başlarsınız.Aslında görünmez olmanın bir yoludur bu.Kot pantolonunuzun delik yerlerine yama koyma biçimi bile sizin için son derece önemli bir şey haline gelir.Çünkü yanlış yamadığınızda bir olamazsınız.Bir olmanız gerekir.Aslında tuhaf bir söz bu, biliyor musunuz."Bir" Neyle bir?Onlarla bir.Ötekilerle bir.Hep birlikte.Sayıların güvenliği.Ben, ben değilim.Ben, bir başarı belgesiyim.Popüler bir çocuğum ben.Ben, arkadaşlarımın arkadaşıyım.Honda marka bir motorun siyah derisiyim ben.Bir üyeyim ben.Bir yeniyetmeyim.Siz beni göremezsiniz.Tek gördüğünüz,biz.Biz güvenlikteyiz.Ve eğer Biz Seni tek başına görürsek, şansın varsa, görmezlikten geliriz.Ama şansın yoksa kafana taş yağdırabiliriz.Çünkü biz kot pantolonu yanlış yamanmış, hepimizin yalnız olduğunu, güvenlikte olmadığımızı anımsatan insanlardan hoşlanmayız...

Her Yerden Çok Uzakta - Ursula K. LeGuin

Yazan: Ömer

28 Şubat 2013 Perşembe

Balçıkbeyin

“Hüzün olmayan bir dünyada, bülbüller geğirirdi."

E.M. Cioran'dan çıkma, Ömer'den kulağıma çalınmakta. Hüzün var ve bir flütten yükseliyor.

25 Şubat 2013 Pazartesi

Pulse / Surreal

Hiçbir söze gerek bırakmayan şarkıların lideri. Tek "dostum" adına!



Siren of souls
howling and piercing the night.
"These are the streets,
clinic fingertips."
Sex and Violence.

A naked soul,
Smashed apart.
Yearning, searching, longing.
There are the street,
I call my home.

A light pressure,
reality dissolves,
I am shattered
light, streams, energy
My ground is shifting
A mosaic of senses.

Matter is running through my fingers,
time is laughing at me.
This is the world.
Pulse. Surreal.

23 Şubat 2013 Cumartesi

Aptallık, sonsuz mutluluk!

I'm Tired.

Nasıl oluyor bu? Nasıl onca karmaşa akıl bulandırmadan tek bir düzlüğe akabiliyor. Sen taşkın nehir, neden yolunu bulup bir denize karışamıyorsun ve her geçen gün bunun üzüntüsüyle kavrulup "umut"la ertesi güne kadar temizliyorsun kendini? Nasıl bir güç bu sendeki? Nasıl bir istek ki yorulmadan taşları sürüklüyorsun ceplerinde? Kızgın bir güneş bile kavuramazken tenini, soğuk ayazda uzuvların şişiyor. Tüm ihtiyaçların kendine küfreder gibi kabarıyor. Bir deniz görüp nasıl dalamıyorsun içine? Soluksuz! Son baloncuklarda yaşam belirtisi ararken gökyüzü, sen zeminin yumuşak tarafına iniş yapıyorsun, yapamıyorsun! Dünyanın tüm tanrılarının karmaşası hüküm sürüyor içinde. Bütün krallar birbirlerine hiç duyulmamış hakaretler yağdırıyor. Yorgunluk, günün azılı yollarında bir yolculuktan çıkıp bir erezyona maruz kalmışken sen tüm devinimler içinde hala nasıl kanlar içerisinde beyninden dünyaya salınıyorsun? Olympos'tan tanrılar haykırıyor umutsuzluğuna. Hades kollarını sıvayıp kayığını tamir ediyor. Karanlık artık günışığından daha çok göz alıyor, yoruyor..

21 Şubat 2013 Perşembe

"Daha ne kadar zaman bir duvar olabilirim, rüzgarı kesen?
Daha ne kadar yumuşatabilirim
güneşi, gölgesiyle elimin.
Durdurarak mavi oklarını soğuk bir ayın?
Sırtımı kuşatıyor, kaçınılmaz bir biçimde,
Sesleri yalnızlığın, acının.
Nasıl yumuşatır onları bu küçük ninni?

Daha ne kadar zaman bir duvar olabilirim
çevresinde yeşil bahçemin?
Daha ne denli sargı olabilir ellerim
onun yarasına, daha ne denli avutup
rahatlayabilir sözcüklerim
gökyüzündeki parlak kuşlar gibi?
Korkunç bir şey, açık olmak
böylesine: sanki bir yüz geçirip
dünyaya salmışlar yüreğimi.."



Bugünün de özeti budur. Normale göre ılık sayılabilecek bir Ankara sabahında, herkes çirkin kalabalıklarda hızlı adımlarla yol alırken, yine onları hiç de farkedilmeyen bir pencereden öylece izlemek..

20 Şubat 2013 Çarşamba

Güçsüzlüğümüz hiç görülmeyenlerle kendine zayıf kılıfını giyinmişken diğer türlüsünü akılda dolaştırmak pek yorucu bir meziyet gibi. Keşke böyle olmasaydı. Keşke başka bir pencereden güneş ışığı sağlayabilseydim kendime de Uranüs'ün buz gibi yüzeyini tenimde hissetmeseydim. Yeni bir dünya keşfetmiş olmanın zerre sevincini yaşamaya bile gücüm yok artık. Kendi kendine ayın karanlık yüzeyine geçip yine kendi kendine ışık sunup heyecanlanan, uyuyamayan birine dönüştüm. Açık seçik, belki çıplak, belki saydam.. Yalın ayak dolaşıp-koşsam kendime yabancılaşmayacağım bir evren düzeni oluşturmuşum. Ne normale bir adım yakın ne anormale on adım uzak. Neredeyim ben? Kimlerleyim? Ben neyim? Gün içerisinde bitmek bilmeden cevaplarını arayan sorular. Herkes sorabilir bunları. Bir can sıkıntısı, bir buhran. Sonra geçer ama. İleride daha güzelleri var evladım nidalarıyla kandırılan çocuklar gibi kanarlar bir gülüşe. Bir tebessüme aldanabilsem keşke. Belki de aldanıyorumdur farkında olmadan. Belki de farkında olarak. Ama yine döndüğüm nokta aynı. Saat gecenin 1 buçuğu. Herkes 5 dakikada düş alemine dalarken ben gel-gitlerimle meşgulüm. Bir değil iki değil. Niçin? Bu kadar saydam olmaya gerek var mı? YOK! Kime ne? Ne için? Niçin? Bir kızgınlığım yok. Nefret hiç yok. Hayatıma girmiş, hayatımdan çıkmış, hayatımda varolan kime karşı ne hissediyor olabilirim? Bugün yarın başımı öne eğerek insanlar adına düşüneceğim ne kaldı da böyle karalara bağlıyorum?! Hep böyledir. Bir neden ararız. Hallerimizi haklı çıkaracak somut nedenler. Görünür görünmeyen. "Sizin için incir çekirdeğini doldurmayacak şeyler benim içimde birer kasırgaya dönüşüyor" diye haykırırken ne anlatmak istemişti a, b, c, d, f??? Kimse kim.. Bir solukta bağırırken yine aynı solukta mekansızlığa kürekleri çekiyorum. Tekrar eden şarkılar gibi. Kendi tükeninişimi sürekli yenileyen şarkılara bırakıp, uyuyorum.. Benim için söyle. Karamsarlığımı, karanlığı seninle parçalayayım. Güneşsiz çarşambalar!

7 Şubat 2013 Perşembe

Aaaa

İnsanı diğer canlılardan ayıran en büyük özelliği düşünebilmesi-ymiş. Laf böyle açılınca içimden tonlarca hakaret yükseliyor.

Son günlerce sıkça izlediğim kaçık filmlerin sonunda nedense büyük bir rahatlama hissediyorum. Toplumun en güvenilir varlıklarının arasındaymışım gibi. Aklıma gelen her türlü dengesizliği sergileyebilirdim. Ardından kendimi belediye otobüsünde bulduğum zaman rüyadan uyanmışım gibi oluyor. Arkadaşıyla konuşan kişinin anlattığı şey hiçbir zaman ilgimi çekmemiştir. Yalnız takıldığım nokta genelde tüm olup biteni anlatırken yanlış yapmamak üzere kendine giydirdiği o görünmez kılıf. Tek bir gün beğenilme, iyi insan olma, hayranlık uyandırma vb. dürtülerden uzak olarak yaşasaydı insanlar da, herkesin ne derece çığrından çıktığını görseydim. Ben mi? Dilimi çıkararak yürümüyorum elbette ama tepkilerini saklamayı beceremeyen veya nasıl algılandığına karşı en ufak bir düzeltme yoluna girmeyen biri olarak tüm bu olan onca şeyden müthiş rahatsızlık duyuyorum.. Yine işin tuhaf ve paslı kapıları tüm bu kirliliğin arkasında deliliğe açılmıyor mu işte orada kilitleniyorum. Son zamanlarda bir moda halini aldı. Dünyevi sıkıntılarının su geçirmez tarafına bir terim uydurdu insanlar. Şimdi onu bozdurup bozdurup harcıyorlar. İlaçlar, çok tutulmamış yazarlar ve onların eserleri, az bilinen gruplar ve alışılagelmedik giyim zevkleriyle sanki deliliğin birer mensubuymuş gibi davranıyorlar. Tüm bu insanların sadece beğenilme kaygısıyla her yere el atmaları ironi değil de nedir? Haydi hep birlikte tekrarlıyoruz. Hafızalarımıza yeni bilinmedik kelimeler kazanarak klişeyi klişeleştirmek adına..

4 Ocak 2013 Cuma

Her şey hiçbir şey. Hiçbir şey her şey olursa..?

İnsan her şeye böylesine içten bağlanmamalı. Bir ayrımı olmalı ki tutunabileceği şeyler bu ayrımların ortasında yer edinsin. Gölü, denizi, okyanusları, yağmuru, kışı, baharı.. Bütün bunları sevmemeli insan. Mesela yazı sevenler kıştan haz etmediklerini keskin bir dille koyarlar ortaya. Ya da tam tersi. Yüksek kesimden insanların kendilerinden daha aşağı seviyede gördüklerine karşı takındıkları tavır. Belki de doğru olan buydu. İnsan her şeyi sevmemeliydi. Köyde doğallığa hayran olup şehir yaşamında avantajlara şükretmemeliydi.

Doğu-batı ve kuzey-güney arasındaki yolculuğumun bana kattığı yıkım da budur. Her şeyi sahiplenebilme ve dahası benimseyebilme özelliği. Yavaş yavaş anlıyorum. İyi-kötü ayıklamadan beynimde hayranlık mertebesine vardırdıklarımın beni nasıl da bitirdiğine. Tutunacak bir şey yok, aranıp bulunacak bulunsa dahi heyecan uyandıracak hiçbir şey yok. Korkarım sadece yokolmamın vereceği hazzın görünür şekline duyacağım heyecan kaldı. Bedenimi ortadan ikiye yarsaydım taşkınlar olurdu bulunduğum yerde. En ağır nesneler kendini yüzerken bulur, rahatlardı. Ölüme bir kala hissedeceğim bu bitik duygu beni taşırdı.

Şimdi akşam saatleri yaklaşıyor. Beynimin üzerinde dalgalanan huzursuz umutsuzluk bulutlarının saati. Nasıl direnebilirim? Nasıl ayakta kalabilirim?

3 Ocak 2013 Perşembe

3 2 1!

Download yaparken 10'dan geriye saymak şu yılbaşı zımbırtısına eşlik etmekten daha çok keyiflendiriyor beni. Maytap yok, bitip dolan bardaklar yok, şaşaalı gösteriler yok. Işıklar tıpkı 1 Ocak günündeki kadar yitik. Gün ise herkesin akşamdan kaldığı an kadar huzurlu ve dolu.

Bazen insanların binlerce anlam yüklediği şeylere böyle basit ama yıkıcı karşıtlar sunmak gerek. Böyle daha çekilir olmaz ama en azından gün geçer..