31 Aralık 2012 Pazartesi

Son 2

"Yeni bir başlangıcın ümidini taşımaktan ziyade sonların keskin görünümü içimi daha da huzurlu kılıyor. Bir şey beklemenin ve bitmek bilmez ümit etme çabasının gereksizliğinden olsa gerek yeniyıl gibi şenlikler tek bir hücremi dahi harekete geçirmiyor. Öylece olduğum yerde kalakalıyorum.. Artık..

Dahası bir şeyler beklemek, ummak, dilemek. İnsanın kendine hakaretinin en üst boyutu sayılmıyor mu?"

Böyle yazmıştım. Aradan 1 yıl geçti ve beynimin daha da uyuştuğunu görüyorum. Bu kadarını bile yazacak güce sahip ben şimdi hiçbir şey yapmadan daha önce kendime hazırladığım yemeği ısıtıyorum..



16 Aralık 2012 Pazar

Lifelines

Çocukluğuma damga vurmuş şarkı ve o şarkının klibi. Sırf bu klibi izlemek için dakikalarca televizyon izlemiştim.

50.000 kez fotoğraflanmış her karede yaşayabilirim. Özellikle 1:35'deki sahnede yer alan evde. Önündeki ufak masa ve sandalyede dinginlik hakim..




Klibin başında Norveç kralı Olav Rex'in sözleri yer almaktadır.

"When i look back
I see the landscape
That I have walked through
But it is different.

All the great trees are gone.
It seems there are
Remnants of them.

But it is the afterglow
Inside of you

Of all those you met
Who meant something in your life.

Olav Rex - 1977

13 Aralık 2012 Perşembe

The Lifted Veil

"Sıkılganlığım, kendi duygularımızın düşüncelerimize zorla giren bir dram halini aldığı ve acı çekmemizden çok bunların gerçekleşmekte olduğu düşüncesine ağladığımız o yoğun noktaya kadar ulaşmıştı. Acıyarak bakan bir tür ıstırap hissettim kendi benliğimin hüzün uyandırma gücü yüzünden; acı çekmek için güzelce hazırlanmış fakat zevke cevap verebilen bir karakteri olmayan, kötü geleceğin düşüncesiyle şimdinin zevkinden mahrum kalan ve güzel gelecek fikrinin, şimdinin arzusu ya da şimdinin korkusundan gelen huzursuzluğu sakinleştirmediği bir benlik.."

10 Aralık 2012 Pazartesi

Köld!

Beynim bir at olsaydı, düşüp ayağını kırardı ve sonra kafasına sıkılırdı..

Hiçbir şeyden başka bir şey kalmamışken elimde hala daha eski duyguları hatırlamanın korkusunu yaşıyorum. Geçen gündü sanırım. Filmin tam ortasında, aklımı meşgul edecek binlerce zırvalıktan uzaklaşmanın en mümkün zamanında yağmur bulutu gibi indi üstüme "o" düşünce. O kelimesinin altında binlerce anlam aramaya gerek yok. Bir anlamı bile yok. Sadece uzun zaman önce kendimi kapattığım ve bu sayede her geçen gün artarak bana yük olmaya devam eden korkularımdan birini duyumsadım. Ben ki her şeyi reddetsem de duygularımın ölmemesine çabalamıştım. Bu uğurda kavgalarım oldu. Görünmez kanların aktığı onlarca kavga. Şimdi hiçbir şey yapmadan hepsinin, kontrolüm dışında gelişen alt kimliklerimin savaşında eridiğini görüyorum. Her şeye karşı hiçbir duyguyu keskin şekilde hissetmeyen birinin bunu bilmesinden değil görmesinden daha üzücü bir şey olmasa gerek.. Artık.

Sólstafir - Köld (Albüm)

8 Aralık 2012 Cumartesi

LSwansD

Daha fazla bunu söylemeden duramayacağım. Michael Gira sen kocaman bir çılgınsın.

2012 yılını da kansere kurban edeceğimiz bu son dönemeçte henüz kronik sürece geçilmemişken meydana gelen bir albüm The Seer. Swans'ın arıza tarafı ilgimi çekse de öyle çok dinlemişliğim yoktur. Yalnız nedendir bilinmez bu ara 2012'de çıkan albümlere el attım. Ve içlerinde metal ya da neofolk grupları dışında dinlediğim ender ve belki de tek grup Swans oldu. Daha önce "My Father Will Guide Me Up a Rope to the Sky", "The Great Annihilator" ve birkaç tane daha albümü dinlediğim grubun bu sefer delirdiğini görmek açıkçası beni sevindirmedi değil. Böyle bir yorum da bulunmam gülünç gelebilir. Belki de sadece yakınlık kurmaya çalışıyorumdur. Her neyse. Albüm 2 parttan oluşuyor. Michael Gira henüz ilk şarkıda darbeyi indiriyor. Lunacy! Ardından Mother of the World giriyor devreye. Böyle uzun uzadıya şarkılara yorum yazmak bu aralar fazla gereksiz bulduğum bir eylem. (Yapmaya çalıştığım şey burada tembelliğimi maskelemek.)

Sözler fazla isyankar. Artık son raddeye gelindiğini işaret ediyor resmen. Günümüzde atıkların insanlarla ayırt edilemez durumuna bir başkaldırı niteliğinde. Bir kızgınlık var bu da bundan daha net dışavurulamazdı. Bu nedenledir ki, albümü oldukça beğendim. Türüne, kökenine inmeden ya da profesyonel kelimeleriyle değerlendirme yapmanın ötesinde bende yarattığı izlenim tam olarak bu yönde.

Sanatın her zaman rahatsız edicilik taşıdığına inandığımdan ve dahası albümde de bunun izlerini fazlasıyla gördüğümden bana doyurucu geldi.

"Your life is in my hand
Your mind is in my eye
Your eye is in my mind
Your mind is in my eye
Your eye is in my eye.."

-- Avatar --



Bu da avatar ile beraber albümde ilk göze çarpan ve beğendiğim şarkısı Mother of the World..

Ayrıca 11 şarkıdan oluşan albümün normalden oldukça uzun 3 şarkı barındırdığını da söylemeden geçmeyeyim. Yarım saati bulan şarkılar trans etkisi yaratıyor..

Not: Çok çirkin bir yazı oldu.

6 Aralık 2012 Perşembe

Goodbye!

Thomas Jensen o kadar güzel "goodbye" diyor ki gideceğim yoksa da giderim.



Canlı performansları da en az albüm kayıtları kadar başarılı olan Saturnus'un yeni albümüyle ilgili yorumum da daha sonra yapılacaktır.

Goodbye! Şaka şaka..

5 Aralık 2012 Çarşamba

Keşke insanların senede 5 defa ışınlanma hakkı olsaydı. Daha az da olabilir, razıyım.

Tüm şartlar sağlansa da yol direnci olduğu gibi isteği de kırdığından bu düşünce fazlasıyla cazip geliyor. Ha bana kalsa haklarımın çoğunu hatta belki de hepsini doğanın içinde olmak için harcardım. Ama senenin sonlarına yaklaşmışken şöyle bir etkinlik için gidiş-dönüş biletimi ayırtırdım.


Haha kendi kendime ışınlanmayı buldum. Sonra buraya uçtum. İyi şeyler bunlar, iyi. Yalnız tam böyle zamanda bana göre bir festival. Ben gidemesem de içim gitmiyor değil..

2 Aralık 2012 Pazar

Boş

Boş kelimesinin orta yerindeki halkada yer ediniyorum kendime. Dön ve dön. Sürekli. Tüm gücüm içinde eriyormuş gibi hissediyorum artık. Eskiden çabalardım. Şimdi tüm gün uzansam ve bir şeyler mırıldansa hayır demem. Yapıyorum olmuyor, bırakıyorum yine aynı. Eh pek bir şey de istenmemişti üstelik. Bazen rüyamda çığlık atıyorum. Sabaha gözlerimi açar açmaz yanmalar başlıyor. Bir kabustan fırlıyorum hayata. Yaşam ki bir kabustan daha alımlı değil. Hızlı adımlarla saplantılarıma yol aldığım bu düzende en yeni iki taneyle kederimi bölüyorum. Her parçam bir yerlerde..



"In pursuit of the impossible nothingness
I found myself.."



"Who am I? Where am I? Why am I still alone?"

6 Kasım 2012 Salı

İşin "ilginç" yanı; tüm gücüyle hayatının berbatlığına lanetler yağdıranların aslında hayatlarında her şeyin normal gitmesi. Tanrı şaşkın..

Devreye Wintersun girsin. Soğuk kendine getirir her şeyi.

3 Kasım 2012 Cumartesi

Sıkıntıya övgüler..

"Sıkıntı, o devasız nekahet" demiş Cioran. Bugün de yendim seni. Her gün şekil değiştirerek ve biraz da (nereden güç aldığını anlamak zor) artarak geliyorsun. Sayende kendimi mario gibi hissetmeye başladım. Sona ne zaman ulaşacağım bilmiyorum. Bana güzel kahkahalar kazandırdığını es geçemem ama. Hakkını vermek gerekir şimdi. Biraz Amanita muscaria olsa fena olmazdı. Kafamı sürekli bir yerlere çarpıyorum, en fenası kendime ama kırmızı bir mantar çıkmıyor. Belki de çıkıyordur da ben her seferinde kaçırıyorumdur. Kaplumbağaların üzerine atlayıp sonra onları iki duvar arasında çarptırıp duruyorumdur. Haha. Canım da yok öyle fazladan harcayayım.

Biraz daha hırpalayacağım seni bu gece. Yarına yoracağım. "Bitkin düşürücü bir mukavemet koşusu" ne de olsa bu. Değil mi ama? Hah. Tam orası. Bekle, ısın, bekle, yenil. Bu şarkıda sana gelsin. Alçak.

Ha bir de unutmadan. Geceleri nasıl ayakta kalıyorum sanıyorsun? Sayende. Sen de olmasan..



Här skall jag finna min ro
Här skall jag finna min sinnesfrid
Här skall jag för evigt vila
och i Ägirs djupa salar min ångest begrava

Ett sista offer för Njord
Ett sista blot för välgång på färden
En hemlighet som skall bli min
Ingen ånger, vad böljorna giva..

2 Kasım 2012 Cuma

Sightless

Gecenin öldürücü darbesi 2:36'da geliyor. Ama " I cannot die, i cannot see".

8 Ekim 2012 Pazartesi

Karanlık çöktü..

Karanlık çöktü. Şimdi her şey açığa çıkabilir. Tüm kapılar açılsın ve aksın pislikler sokaklara. Duvarların arkasında güven bulan bedenlerse geceye övgüler yağdırsın. Oysa bir kapı değil mi tüm huzuru yıkan? Tek bir adımla değişiyor yaşam. Tek bir adımla hormonlar giriyor devreye. Tek bir adımla şuurunu yitiriyor insan. Adımlar. Adımlar, adımların ötesini görebilmeyi gerektirmiyor bazen.

İnsanın aklındaki huzurlu fikirler bile, yer kendini bulana kadar sürüyor. Olurların peşine atılan ip gibiyiz. Biz ve düşüncelerimiz. Notre Musique'deki gibi çek ve tersine çevir. Burada hayal ürünü kesinlik değil. Belki de en gerçek olandır da bizden kaçıyordur. Hayallerin kabusu olduğuma inanmak, düşmesi kolay bir uçurumun başlangıcı gibi.

Doz aşımı bu yaşam. Fazla alan ölüyor. Çok da üzerine düşmemek, düşünmemek gerek. Bu duygu beni sardıkça kederlerimden kopuyorum, koptum. Gitgide artan kocaman bir evren ve küçülen beden.. Buraya şöyle bir göz atıyorum. Kopmamın önüne geçecek her adımı attım ama yine de düşüşü engelleyemedim. Bu yeryüzüne nasıl düştüysem şimdi başka bir evrene sürükleniyorum. Sonra bir başkası. Kendim olmaktan çıkana kadar sürüp giden bir savaş. Theseus bile anlamlandıramaz bu halimi. Eğer bunu düşünseydi gemisini bile yakardı çok geçmeden..



Yazıya not: Uzun soluklu şarkı ve kısa süreli sen. Yakın zamanda kalkacaksın tedavülden.

30 Ağustos 2012 Perşembe

3,14

Önce hafif bir tebessüm
ve sonrasında sızı.
Saat tam da 3:14'ü gösterirken,
pi sayısı gibi karmaşık ve akıp giden zaman içinde
kendiyle özdeş ifadeler
ve acı..

25.08.2012

17 Ağustos 2012 Cuma

21

Her şey kötülükte boğulmak zorundaymış gibi. Önce boğul sonra tekrar diril. Daha güçlü diril yok ama burada.. Daha kötü diril. Daha kötü uyan. Daha mutsuz bak. Daha iğrenç söv..

Bir şeylerin yokluğu diğer şeylere daha kötüye patlıyor. Yokken daha iyi. Ama hiçbir şey yokken. Varken kötü. Zaten bir şeyin varı az da olsa rahatlatmaz insanı. Yeterli doz diye bir şey yoktur. Tek bir doz vardır: öldürücü!

"Tanrının dahi kurtaramayacağı ruhlar vardır." der Cioran. Dizlerinin üzerine çökse de der o. Ben ağaçların serzenişini duysa dahi diyorum. Çünkü kurtarılamayacak ruh zaten bir ağaç kıpırtısına bağışlamaz kendini. Ya da doğanın o içten sarışına. Bir ruh vardır kurtarılamamaktan ötürüdür bu daha çok..

İçi geçmiş ölüm. İçi geçmiş yaşam. Kokuşmuşluk.. Farkına vardığım tek şey bu düzende: Tiksinti!

Devamı gelecektir. Ha bugün ha yarın.

Belki..

14 Ağustos 2012 Salı

Jesus died in Las Vegas

Bir defa dinlemenin kesmediği şarkılardan. Spiritual Front iyi iş çıkarmış..



"Nothing is more contagious than sin."

31 Temmuz 2012 Salı

Viskningar och rop

Çığlıklar ve fısıltılar.

Güzel bir şeyler izlemenin neredeyse imkansız hale geldiği şu zamanda geçmişin hala daha durumu kurtarabilmesi acınası.. Yine de duruma üzülmek yerine bundan keyif almaya çalışmak yapılacak en iyi şey gibi durmakta.

Geçenlerde izlediğim Ingmar Bergman filmi olan "Viskningar och rop" tüm bunlara en güzel örneği sunmakta. Aslında Vargtimmen ya da Persona'ya göre altta kalan bir filmmiş gibi dursa da bana pek bir dokundurucu geldi. Belki de filmin henüz başlarında filmin ana karakterlerinden Agnes'in duruşu ve cümleleriydi buna etken olan. Belki de filmin ele aldığı "mutluluk" kavramı. İlkellikten uzak. Aslında bunu uzun uzadıya özetlemeye gerek yok. Canımı en çok acıtan kısımla başlayıp orada da noktalamak istiyorum..





"Saat pazartesi sabahı erken ve ben acı çekiyorum."

10 Temmuz 2012 Salı

01:00

Gün gelir kelimeler de tükenir. Hiçbir nehir aynı hızla sonsuza akmaz. Bir nesile sonsuz gelebilir ama sayılmaz. Kurur. Bir ressam ki şekilleri düşüncelerinden almamış olsun. Bir müzisyen ki sözleriyle besteler yazmasın.. Mümkün müdür bu? Konuşma olmasa da beynin içinde kişinin kendi sesinden uzak kelimeler bütünlüğü nasıl yadsınabilir? Konuş ey hücre! Ak kulaklarımdan beynime doğru. Sonra bul orada bir teli ve çal şarkını. Vakit henüz geç değil. Benim sonsuzluğum sınır bilmez. Ama var. Bir son bekliyor beni sonsuzluğumun içinde. Soyut imgelerle ertesi günü katleden ben için somutluk zemin zaten..

5 Temmuz 2012 Perşembe

Jacopo çıkmazı..

"Derin bir uykuya dalarak uzun süre uyuyabilsem kendimi biraz daha iyi hissedeceğim. Uyku ilacı etki etmiyor. Kabuslarla ve kıvranmalarla dolu kısa dalışlardan sonra uyanıyorum. Gecelerdir böyleyim! Şimdi sana yazmayı denemek için kalktım, ama bileğimde kalemi tutacak güç yok. Yine yatacağım. Ruhum sanki doğanın kasvetli, fırtınalı haline öykünüyor. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmuru duyuyorum. Gözlerim açık, öylece yatıyorum. Tanrı'm! Tanrı'm!"

18 Haziran 2012 Pazartesi

..

Bir an önce bir şeyler karalanacak alanlar oluşturulsun ve kurulmak istenen kelimeler tüm hızıyla yerini bulsun. Karışarak ve zaman içerisinde kokarak.

Yedi dünyaya birden konuşasım var. Sessiz bile olsa bir şeylerin benden akması. Kan bile olabilir bu. Yeter ki kendinde dönüp durmasın, kendine akmasın. Bütün bunların boyutları sınır bilmez biçimde acıyı yükler. Acı bitmez. Günbegün devinim halindedir. Temizlenir kirlenir ve yeniden akar. En kusursuz ve kendisine karışılmasını istemeyen organların başına bela olur.

Bazı günler vardır konuşmak istemez insan. Çekilip bütün gün köşesinde bir şeyler yudumlamak ve okumak ya da hiçbir şey yapmadan oturmak için varolduğunu düşünür. Ama bazı keskin zamanlar da vardır ki kendini her yerde konumlandırmak ister. Bir gövdeden diğerine atılan halatta cambazlık yapmak ister. Düşünsenize düşmenin bile bir eylem olduğu bu düzende koltuklarımıza yapışarak sıkıntımıza ne lanetler yağdırıyoruz.

Bugün koşmak ve bağırmak isterdim. Gövdesi bu yaşamın yükünü kaldıramayan hasta bir ağacın yapraklarına dokunmak. Gökyüzüne bakmak. Yağmurun yağmasını bile ne çok isterdim. Arkadaşların bulunduğu bir masada kahkaha atarak ertesi günü bir başkasının kanepesinde uyanarak geçirmek bile güzel olabilirdi. Ama tüm bunlar yok. Öyleyse konuşmanın ve kurmanın bana getirisi ne?

Gece. Gece gündüz edene dek uyanık kalmak istiyorum. Gündüz geceye hasret çekerek geçiyor. Güneş ışınları sanki hissizliğime zemin hazırlıyor. Gece ne kadar umut dolu taşkın düşüncem varsa gündüzün ilk ışıklarıyla adeta buzun içine hapsolup, silikleşiyor. Peki bu esnada hissettiğim tek şeyin hissizlik olması..

Yaşam hüznü kaldıramaz. Bu bana yaşamamam gerektiğini mi söylemekte acaba. Hah. Her yeni gün düşündüğüm bir sürü şey katlanmamam gerektiğini söylüyor.. Direniş göstermekte benim kadar sebat eden çok az insan vardır. Hep birlikte toplansak ve şu dünyayı tek bir gecede havaya uçursak? Uçursak ve uçsak.. Cansu/!

Ama..

"Benim mezarlarımda ölü yok;
Hep yaşamış olanlar var.." Özdemir Asaf

17 Haziran 2012 Pazar

You Were But A Ghost In My Arms..



"Why did you leave me to die?"
"Why did you abandon me?"
"Why did you walk away and leave me bitterly yearning?"..

26 Nisan 2012 Perşembe

Sous le sable

Son zamanlarda izlediğim abartısız en iyi film. Aslında çok sıradan, basit. Ama öyle dokunduruyor ki içe tam da günyüzü görmesini istemediklerimize güneş tutuyor. Kandırılışa bir yenisini daha ekliyor. Aslında söylemek istediklerimde çok daha fazlası saklı. Her şey birer hayal gibi. İnanmak istemediklerimize inancımızın, koyu inancımızın daha da bilenmesi gibi. Biliyorsun ki yok. Olmayacak da.. Alışveriş yap, gül, seviş, iç. Sonunda bir gölge görmüyor musun? Bitiyor işte orada her şey.. Bakıyorsun ve koşuyorsun. Ama biliyorsun ki o yok.. Acı olan da bu. Bir düşü sevmek. Kendini buna inandırmak.. Bu esnada akıldan geçen tek cümle şüphesiz şu olsa gerek; "Düş! Hep düş! Ruh ne kadar tutku ile dolup incelirse, düşler o denli onu olacağandan uzaklaştırır."

Sonra, İnsan neden ruhsuz olur? İnsan nasıl ruhsuz olur? İnsan niçin ruhsuzdur?

20 Nisan 2012 Cuma

Ağırlık

Okudukça uyuşuyor beynim. Hareketleniyor. Yazmak istiyorum. Sanki bir tepki. Zihnimin içinde dehlizler. Hepsi birbirine karışıyor. Tanrım! Ah bir yazabilsem. Anlatabilsem gereksizliğin boyutunu. Ya da yaşamın ayrıntısında nasıl da boğulduğumu. Basitliğin çepeçevrelediği bu düzlemde tüm girdaplarımı döksem ortaya. Karışırım. Peki kendi içime akıttıkça, boğuluşumun önüne nasıl geçebilirim? Bir ışık, pırıltı. Yitip gitmemek için bir tını. Geçen gün ormanın içinde dolanıp durdum gece vakti. Ayağımın altındaki çıtırtılar ve kızıl gökyüzüne vuran çam ağaçları. Karanlık, yaşam için kaç sebebin daha gölgesi olabilir? İstemediklerini toz ile gizlemeye çalışmış ve şimdi kendi kabuğundan kurtulamayan koyu bir zihin, perdesini nasıl yırtabilir? Nasıl?

Alcest - Sur l'océan couleur de fer

7 Nisan 2012 Cumartesi

Sowilo Rune ⊕

"Oh, he's dead. He can't complain. He had his chance and in modern parlance. Blew it."



Bedenden ayrılmış bir ruh gibi bu şarkı. Son zamanlarda ilk akla gelenlerden. Hiçbir kaygı yok. Her şeyden uzak. Ayrık..

5 Nisan 2012 Perşembe

Wintry Mantle

"Uyku yok. Gece gözleri kırpmaya engel olanlar sabah uyanmaya engel.." 08.04.11 / 04:59



But tonight I can't sleep
'cause I belong to you
Tonight I can't sleep
'cause at last I belong to you..

21 Mart 2012 Çarşamba

Doğanın Uyanışı..

Bazı kelimelerin türkçesi çok daha güzel. Doğa gibi. İsmiyle özdeş göz alıcılığı bugün uyandı.. Güne özel yapılacaklar listesi hazırlandı gibi. Ama öncesinde paylaşılması gereken birkaç anlamlı müzik ve bir tane de film mevcut. Öncelikle benim birbirlerinden ayrı düşünemediğim Empyrium - A Pastoral Theme ve Agalloch - Pantheist (aslında komple The White EP) ile birlikte Agalloch'a ilham vermiş 1973 yapımı Robert Hardy yönetmenliğindeki The Wicker Man filmi. Gün bunlarla güzelleşecek. Bir de boyutlarına göre minyatür kalacak pagan ateşi..







Günü sonlandırmak ve başlangıca uyanmak..

7 Mart 2012 Çarşamba

Açlık



"Ve öfke, içimde patlak verdi, alev alev ve hoyrat. Paketimi aldım; dudaklarımı kemiriyor, kaldırımda yürüyen sessiz, sakin insanlara çarpıyor, özür dilemiyordum. Bir bey, durup da kabalığımdan ötürü biraz sert söylenince, geri döndüm, kulağına anlamsız bir kelime haykırdım, burnuna yumruğumu dayadım; sonra dizginleyemediğim kör bir öfkeyle kaskatı, yoluma devam ettim. Adam, bir polise seslendi. Ve ben, daha ne isterdim, bir an elime bir polis geçirmekten başka? Polisin yetişebilmesi için bile bile adımlarımı yavaşlattım, fakat gelmedi. Bir insanın, en candan, en hararetli bütün girişimlerinin yüzde yüz boşa gitmesinde bir hikmet var mıydı, neydi?"

Üzerime şimşek gibi çöktü bu sözler. Bazı akışlar kontrolsüzdür ve insana iyi gelir. Yol gibi. Ama bunun iyi geldiğinden emin değildim. Kitabı parmaklarım arasında hafifçe kapattım. Pencereden dışarıdaki uyumsuzluğa bakmaya başladım. Gözlerime inen güneş ışınları da olsa benim gördüğümün bu olduğundan emin değildim. "Açlık" dedim. Fiziksel açlık pekala bastırılabilir ama peki ya ruhsal açlık? Gözlerimi kapattım. Bunun etkisinden çıkmamın uzun yıllar alacağı zaman başladı. Kendi yaptıklarımı düşündüm. Bundan daha azı olamazdı. Aklımdan, hızına yetişmemin mümkün olmadığı kelimeler, cümleler geçmeye başladı. Bıraktım. Sanki her istekli adımlarının karşılığı boşa çıkan ben değilmişim gibi. Bıraktım..

15 Şubat 2012 Çarşamba

Ruha yaslanmak..

Saturnus - I Love Thee




Take me to the forest
where the gods play silently
under the great branches.
We speak in a whisper
and you take my hand.
You and I under the oak.
Haming gods
take our breath away.
They won't hear us
and we are, forever.
We'll lie in the shadows
the scent of grass.
And I hope to make with a smile
and not a sigh,
under the starlit sky..

3 Şubat 2012 Cuma

Susmak bile böylesine ayağa düştüğüne göre, dağılabiliriz!

Her yeni söylem erdemini kaybetmeye mahkum oluyor adeta. Susmak gibi. Eskiden avazı çıkana kadar bağırıp, etrafa salyalarını akıtanlar artık susmanın o göz kamaştıran büyüsünü keşfetmiş olmalılar ki, çok geçmeden buraya da el attılar.

Sessizlik diyorsun hemen konuşmalar doluyor içeriye. Bir anda ortalığı toz duman eden sel gibi. Ya da hangi odadan kimin çıkacağını kestiremediğimiz kalabalıkta evler. Taciz had safhada! Aynı durumu yalnızlık da yaşıyor bir bakıma. Yalnızlığı da hiç yalnız bırakmıyorlar. Değil mi?

Devam edecek..

31 Ocak 2012 Salı

Trajedi

Trajedi eşiğimizin yüksek olması ne büyük trajedi..


"Her şeye yüksek bir sadakat, derin bir nefretle bağlıyım. Her nerede değilsem orada mutlu olacakmışım gibi gelir." Charles Baudelaire

30 Ocak 2012 Pazartesi

Synecdoche, New York

Son zamanlarda izlediğim en güzel filmlerden. Yalnızlık temalı. Tam da faaliyetlerime eş düşen cinsten. Özellikle diyaloglar içe öylesine işliyor ki, gecenin bir yarısı kapanmaya yüz tutmuş gözleri bile sabah uyanmışçasına dinç kılabiliyor.. Neyse fazla söze gerek yok. Kendimle konuşarak da pekala film çekebiliyorum ne de olsa. Anlaşılmadı yine değil mi? Sorun değil.



"Her şey senin düşündüğünden daha karmaşık. Doğru olanın, sadece 10'da 1'ini görüyorsun. Verdiğin her karardan etkilenecek milyonlarca şey var. Her seçim yaptığında
hayatını mahvedebilirsin. Ama belki de aradan 20 yıl geçer ve sen asla ama asla neden böyle olduğunu anlayamayabilirsin. Ve doğru işi yapmak için yalnızca tek şansın vardır. Sadece dene ve boşanmanın nedenini bulmaya çalış. Ve kader diye bir şeyin olmadığını söylerler ama herkes kendi kaderini belirler. Ve dünya ne kadar uzun süre devam ederse etsin sen sadece saniyelik bir zaman dilimi için buradasın. Zamanının büyük bir kısmı, ölüyken ya da doğmamışken harcanır. Ama yaşamak varken, sen, birinin gelip her şeyi düzeltmesini bekliyorsun. Bir telefon için, bir mektup için ya da bir bakış için yıllarını harcıyorsun. Ve gelecek gibi görünmesine rağmen asla gelmiyor. Sonuçta zamanını hayal meyal bir pişmanlık ya da gerçekleşmesi imkânsız bir umut ile geçiriyorsun. Sana bağlılık hissettiren bir şey. Kendini bir bütün hissetmeni sağlayan şey. Sevildiğini hissetmeni sağlayan bir şey. Gerçek şu ki; çok kızgınım. Ve gerçek şu ki; lanet olsun çok mutsuzum. Ve gerçek şu ki; çok yalnız kaldım ve çok uzun süre çok acı çektim. Ve yalnız kaldıkça, bütün bu süreç zarfında iyiymişim gibi davrandım. Nedenini bilmiyorum. Belki herkes kendi dertleriyle ilgilenirken, benim zavallılığımı duymak istemediği için. Pekala, herkesin a.ına koyayım. Amin."

25 Ocak 2012 Çarşamba

Theo Angelopoulos.

Gün itibariyle hayatını kaybetmiş Yunan yönetmen. En seçkin filmlerinden birinin adıyla özdeşleştiriyorum şimdi kendisini.

Μια αιωνιότητα και μια μερα

Sonsuzluk ve bir gün.

18 Ocak 2012 Çarşamba

Dış.



Smultronstället filminden bir kare. Burada da her akşam saat 4 civarı bu görüntü oluşuyor..

An

Her yenilik farkedilmeyi bekler. Ölümde kişi için bir yenilik taşıdığına göre; öldükten sonra arkasında iz bırakmak isteyen insanlar da o kadar tutarsız olmasalar gerek..

Johnny B.



Bana sessiz sakin, kimsenin pek bilmediği, içerisinin yine de sigara dumanı dolabildiği güzel ortamı hatırlatıyor. Ve onun içine dolan düşünceleri. Asla bizim ol(a)mayacakları. Sanki her yol tek kullanımlık. Yürü ve kirlet. Geri dönüşü lanetli gibi. Korku. Korku. Korku!

"Johnny B., how much there is to see
Just open your eyes and listen to me
Straight ahead, a green light turns to red
Oh why can't you see, oh Johnny B."

The Hooters - Johnny B.

Hassasiyet

Susmak daha fazla ses duymak..

İçinden konuşmak..




Bakıyorum.. Günlük kelime sayısı diye bir şey yok burada. Ne kadar zeka, aptallık önemsiz. Sadece bakıyorum, izliyorum. Birileri konuşuyor. Dinliyorum. Tuhaf bir duyguya kapılıyorum. Bazı insanların cümlelerinde kasılıyorum. Konuşsam tüm bunlara meydan okuyacakmışım gibi bir güç hissediyorum. Ama çok olmadan bu düşünceden vazgeçiyorum. Fazla yorgunum, evet. Başkalarına oluyor mudur bu durum acaba? Birileri konuşurken onu dinlemek ve kasılmak ya da yüzde tebessümün oluşması. Sanki içimizden geçen kelimeleri buluyorlarmış gibi. Ya da inatla düşünmek ve söylemek istemediklerimizi. İçimden konuşuyorum. Kendimle. İtiraf etmeliyim ki dışarıya salınan sesleri düşüncesizce buluyorum günden güne. Çığlıkları buna dahil etmiyorum elbette. Onların tüm bunlardan ayrılan keskin bir tarafları var. Suskunluk gibi. Zaten ikisi aynı kapıya çıkmaz mı? Yorgun, kaymış bakışların kilitlendiği noktaya. Belki bir uçurumdur.

Sadece daha fazla sessiz..

14 Ocak 2012 Cumartesi

Teknoloji illettir..

İnsan kendisiyle çelişmek için varolmadı mı sanki? Bana bu cümleleri kurdurtan ve eylemlerimle ilişkilendiren, sonucunda ortaya çıkardığı tüm bu tezatlığa pis pis gülümseyen çelişki. Yine kendini haklı çıkardın değil mi? Milyon tane ayağının üzerinde ne de çok seviniyorsundur. Neyi, nasıl, hangi araçla kötüleyeceğini bilmeden kendisine acıyan bu insanın acizliğine derin bir oh çekiyorsundur. Ama yine de itiraf edeyim ki gözüme güvenli moddan bile berbat görünüyorsun.. Evet sadece +50 bunalımına girmiş, ilerleyen günümüz dünyasında dede, nine gibi sıfatlarla adlarını yitirecekler için yapılmış olan bu koca puntolu, resimli halinle bile sana lanetler edebiliyorum. Ediyorum da..

Anlamadın değil mi? Anlama. Sinir damarlarımdan çıkıp ekrana sıçrayacakmış gibi zaten..

Tak tak..

Günün birinde masaları tam dolmamış, tozlu, salaş bir bara girip şöyle demek istiyorum:

"Herkese benden içki. O hariç."

11 Ocak 2012 Çarşamba

Hah

Eğlenmenin kalabalığı olmaz. İyisi kötüsü olmadığı gibi. Sonuçta eğlenmek eğlenmektir. Bu kadar basittir. İnsan karamsarlığına bir kılıf bulamadığı gibi gülüşünü de hunharca savurabilir.. Bunun için ne gerek var ki bedenlere, hücrelere? Sinirinizi kusarken eşyalar bundan nasibini alıyorsa pek'ala diğerleri için neden modellere ihtiyaç duyar zihnimiz? Ama böyle öngörülmüyor değil mi? Kahkahalarımız onlarca kilometreyi doldurmalı, soluğumuzun bittiği yerde yeni sözcükler duyulmaya başlanmalı. Ah! Ne gösteriş ama. Bunu umursamıyormuşçasına davranan ama tüm bunlara önayak olan kişilerin kibri kadar yalnız kalabilir tüm duygular. Bunda hiçbir sorun görmüyorum. Aksine görkemli bir şuur barındırıyor..

7 Ocak 2012 Cumartesi

A Torinói ló..




İnsan uzandığı yerde rüzgarın sesiyle üşüyebilir mi? Ya da görerek patatesin sıcaklığıyla elini yakabilir mi? Duyular onlara yeterli malzeme verildiğinde harekete geçen yanımızdan fazlası aslında. Görerek de pek'ala eli yanabilir birinin.. Duyarak üşüyebildiği gibi.

Bela Tarr yine bir şeylerin karanlık tarafına sürüklüyor insanı. Belki de en keskinine. Kutuda kalan son kötülük yerini bulmuş gibi filmde.. Umut nereye kadar sürebilir? Beden hakimiyetini yitirmeye başladığında ruhu etkisiz kılar mı? Torino atı denmesinin sebebi de bu aslında. At bir imge. Tüm yaşamı omuzlarında sırtlayacak bir güç, ruh. Baba ile kızının 6 günlük yaşantısı anlatılıyor filmde. Her gün giderek katlanan kasvet. Her hareket başka bir açının altında şüpheye sürüklüyor insanı. Çingeneler geliyorlar önce. Sonra su çekiliyor. At yemek yemiyor. İnsan bedenini beslemeden durabilir mi? Ruhunu. Varoluşun sırtında anlam bulmak için ya da daha da anlamsızlaşmak için buna ihtiyaç yok muydu?

Diyalogların en saldırgan olduğu yerde şöyle söylüyor içeri giren adam;

"+ Neden şehire gitmedin?
- Rüzgâr çok şiddetli esiyor.
+ Nasıl yani?
- Ortalığı mahvediyor.
+ Neden mahvetsin ki?
- Çünkü her şey mahvoluyor. Her şey değersizleşti. Fakat şunu söyleyebilirim ki, onlar mahvetti ve değersizleştirdi her şeyi. Çünkü sözde masumane insani yardımla gelen bir çeşit afet değil bu. Tam tersine insanın kendi kararlarıyla ilgili bu, kendi kararlarının kendisinin önüne geçmesiyle. Tabii ki bunda Tanrı'nın da eli var, hatta bana kalırsa, büyük bir payı var. Ve bu pay ne olursa olsun, hayal edebileceğin en korkunç yaratılışa sahip. Çünkü görüyorsun sen de, dünya bayağılaştı. Benim ne söylediğimin bir önemi de yok, çünkü her şey satın alınarak değersizleştirildi. Sinsi, alçakça bir savaşla ele geçirdiklerinden beri, her şeyi adileştirdiler. Her neye dokundularsa, ki her şeye dokundular, onu eğersizleştirdiler. İşte bu nihai zafere kadar giden yoldu. Muzaffer bir sona doğru giden. Ele geçir, değersizleştir. Değersizleştir, ele geçir. Ya da istersen farklı şekilde de ifade edeyim: Dokun, değersizleştir ve dolayısıyla ele geçir. Ya da; dokun, ele geçir ve dolayısıyla değersizleştir. Durum bu şekilde yüzyıllardır devam ediyor. Yüzyıldan yüzyıla, her çağda. Bazen sinsice, bazen kabaca, bazen kibarca, bazen acımasızca, ama durmaksızın devam ediyor. Değişmeyen tek şey ise şekli, pusudaki bir sıçan saldırısı gibi. Çünkü bu mükemmel zafer, diğer taraf için de aynı şekilde gerekliydi. Mükemmel, bir şekilde önemli ve asil olan her şey böylesi bir savaştan kaçınmalı. Herhangi bir mücadeleye girmemeli, bu sadece bir tarafın aniden mükemmelliğini, büyüklüğünü ve asilliğini kaybetmesi demek. Şimdi kurdukları pusudan yönettikleri dünyaya saldırıyor bu kazanan galipler ve birilerinin onlardan bir şey saklayabileceği küçük bir köşe dahi yok. Ellerini attıkları her şey zaten onların çünkü. Ulaşamayacaklarını düşündüğümüz şeyler bile, ki onlar her yere ulaşır, onların. Çünkü gökyüzü şimdiden onların, düşlerimizin olduğu gibi. Onların zaman, doğa ve sonsuz sessizlik. Hatta ahlaksızlık bile onların, anladın mı? Her şey ama her şey sonsuza dek kayboldu! Ve o asil, önemli ve mükemmel pek çok şey orada kaldı, bilmem izah edebildim mi? O noktada çark ettiler, durup anlamaya başladılar, ve kabul etmek zorunda kaldılar, ne tanrının ne de tanrıların olmadığını. Mükemmel, önemli ve asil olanın ise bu doğruyu en başından beri anlayıp kabul etmesi erekiyordu. Tabii onlar bunu anlamaktan oldukça yoksundu. İnanmış ve kabul etmişlerse de, bunu anlamamışlardı. Şaşkın ama boyun eğmemiş bir şekilde orada dururlarken bir şey oldu ve beyinlerinde çakan bir kıvılcım, sonunda onları aydınlattı. Ve birden ne tanrının ne de tanrıların olmadığını fark ettiler. Birden ne iyinin ne de kötünün olmadığını gördüler. Akabinde görüp anladılar ki, eğer öyleyse aslında kendileri de yoktular! Söndüler, yanıp kül oldular dediğimiz an bunlar olmuş olabilir sanıyorum. Çayırda cayır cayır yanmaya bırakılan bir ateş gibi söndü ve yanıp kül oldu. Biri daimi kaybedendi, diğeri doğuştan kazanan. Mağlubiyet, galibiyet. Mağlubiyet, galibiyet, ve bir gün, yine bu civarlarda, fark etmek zorunda kaldığım, ve sonunda fark ettiğim bir şey oldu, ben hatalıydım. Şu dünyada herhangi bir değişimin asla olmamış olduğunu, ve asla olamayacak oluşunu düşünürken, gerçekten de hatalıydım. Çünkü, inan bana artık biliyorum ki, bu değişim aslında gerçekleşti."





Sene 2012 bugün ve önümüzü çevrelemiş diğer günler. Bundan daha iyi özetlenemezdi.. Belki de her sabah bir ata sesleniyoruz içimizde: "yemelisin!"

3 Ocak 2012 Salı

Köpek

İnsan dikilmiş ayakta. Elinde büyük, kalınca ağır halatlar. Uçlarında sürekli havlayan köpekler. Dişleri görünüyor köpeklerin. Hiç durmadan havlıyorlar. Her biri aynı uzunluktaki halatın ucundalar. Yok hiçbirinin diğerinden farkı. Hepsi siyah.. Halatı tutan insan sarsılmıyor bile. Oysa biz bağırıyoruz. Her bağırışımız gücünü, beynimizde zonklayan sinirinden alıyor. Kızgınız, bağırıyoruz. Sesimiz aynı. Birbirine karışıyor sadece. İçlerinden biri ölse hemen yokoluyor ve yerine başkası geliyor.. Farklı olduğunu sanıyoruz. Her havlayışımızda keskin bir farkındalık varmış gibi. Oysa aynı. Şu andaki gibi. Hiçbiri birbirini dinlemiyor. Önlerinde sanki yıkılmaz bir put ve ona doğru kusuyorlar tüm kızgınlıklarını. Siyah. Koyulukları gecenin karanlığında dahi farkediliyor. Biri düşüyor sabaha karşı. Yerine yenisi ekleniyor. O başlıyor bu defa. Kulakları sağır edene dek..

2 Ocak 2012 Pazartesi

..

Bazen cümleler geçiyor beynimden. Kontrol edemiyorum. Yakın zamanda en derin kıvrımlarımda dolanacak trajediyi anımsatıyorlar adeta. Böyle olmamasını dilerdim. Bu kadar keskin, acı. Elimde olmadan ilerliyor her şey. Ah! İçimde bir kemirgen her çeperime saldırıyor sanki. Onun keskin dişlerini, yakıcı zehrini hissedebiliyorum. Ama sadece hissetmek. Kendimi ona bırakmaya gücüm yok.. Bakıyorum. Dışarıda kalın bir sis tabakası ve dondurucu soğuk. Rüzgar bir esse bütün bedenimi parçalayacakmış gibi şuursuzluk hücrelerimde. Tüm bunlar ve o. Yine geçiyor. Dur! Dur dedim. Hayır. Her reddediş daha fazla kabullenme hükmü sağlıyor. Ve bana bakıp şöyle diyor;

"Ah! Acıklı bir manzara değil mi, değil mi?"

Başlangıçları sevmem..

Bir şeyleri kaybetmenin sıklığının verilenlerle doğru orantılı olması ne kadar da vahim. İçimizde saklı tutsak tüm düşüncelerimizi dünya altımızda yuvarlanıp, anlamını bulacakmış gibi. Ama gel gelelim ortalığa saçılmış her kelime insanın dirayetinden bir parça koparıyor. Acizliğimiz, içimizde yolunu bulamayan cümlelere destek çıkıyor..