9 Eylül 2016 Cuma

İçimde çürüyen ve Empyrium

Uykunun en tatlı yerinde kuruluyor hoş cümleler. Kaç defadır unutacağımı kendime hatırlatsam da zaafıma yenik düşüyorum. Uyuyorum. Sonucunu bilerek uyumak son evresindeki kanser hastaları gibi değil mi? Sonra sabah oluyor. O iğrenç, sıcak, telaşlı sabah. Hep bir şeyler yapmayı gerektiren sabah. Uzanıp tembellik edene kendini sorgulatan, başkalarının aktifliğinin yine kendi içindeki kasvetini katlayan sabah..Yolculuklar da böyle. Gece herkes uyur. Ama sabah ise mola yerleri dört gözle beklenir. Birbirimizden kaçişın birer simgesi gibi.

Böylesine yalnız bir gecede Empyrium izlemek için Ankara'yı terk ettik. Bu bir kaçıştı. Anlamlı güzel kaçış. İnsan bir şeyin sonucunu düşünürse ondan keyif alması zorlaşır. Bunu yapmamaya çalıştım. Sorunlu bir gece yolculuğunun sonucunda bir sonraki günün heyecanı bir an olsun yaşadığımı hissettirmedi değil. Bileti de geç almıştık üstelik. Şehir dışından gelecek olmamıza karşılık cuma gününü tercih etmemizin de bir sebebi vardı. İlk gün daha iyi olurdu.. Bünyemi alkolle doldurmak ve son tınıyla da taşırmak istiyordum. Bir tür ruh intiharı. Bütün bunların hepsi oldu..

2 eylül.. Eylül ayı benim için hep karışık ve içinden çıkılmazdı. Yine de ağustosla kıyaslandığında arasında devasa bir uçurum bulunuyordu. Güzeldi eylül. Tüm konserlere zamanından önce gidip  ama hep bir saat beklemek zorunda kaldığımdan bu sefer zamanında gittim ve beklemedim. Ne kadar da şanslıyım.. Empyrium ile tanıştığım 'Mourners' çalmaya başladı. Daha ilk dakikadan beklemediğim onca şey ile karşılaşmıştım. Peşi sıra devamı geldi.. Hafif çakırkeyf beynime ok gibi saplanıyordu her bir şarkı. Hepsinin de anısı vardı.

Umut acıydı. Ama anlıyorum ki gerçek de acı.. 'Bir gün Empyrium konseri olur ve gidersem, onlar da the ensemble of silence çalarsa kendimi öldürebilirim' demiştim. The ensemble of silence çaldılar ve fiziken ölmedim, ruhen gömüldüm. Nasıl bir dünyaya girmişsem şarkının ilk 15 saniyesini bile hatırlamıyorum. 'The turn of the tides' albümünden 'with the current into grey' şarkısı çalarken aklıma İzmir-Manisa arasındaki loopa alışım ve çam ağaçlarına yağmurun nasıl dokunduğunu düşündüm. Bu kadarı gerçekten fazlaydı. O kadar fazlaydı ki üstelik herkesin -ben de dahil- beklediği 'many moons ago'dan sonra çalınan tek şarkının Denizli'de dört yıl boyunca duvarımda bana eşlik eden 'when shadows grow longer' olmasını istedim. Bu kadarı fazla olurdu ve ben fazla olmasını istemiştim. Koskoca salonda bağırdım. Tüm o coşku insanlara birer gösteriş budalalığı gibi görünebilir. Çığlıklar, ıslıklar. Anlayabiliyorum. İnsanın dolup, nasıl da taştığını.. Bazen su biz içine dalınca etrafa yayılmaz. Bazen de bizim içimizde taşar.

Bitti..

Bittiği zaman yaşadığım nasıl bir yabancılaşmaksa grubun tişörtlerini, plaklarını satan standın önünde öylece dikildim. Ve o yoğunluk içerisinde elinde kamera ve mikrofon tutan iki adamın görüş almak için yanımıza gelmeleri.. İyi de ben yoğunken konuşamam ki diyemeden neler saçmaladım bilmiyorum bile.. Sonra dışarı çıkıp bir sigara yakma gereksinimi hissettim. Yeterince içmemişim gibi..

Sıra sıra dizili koltuklarda değil de açık havada ve bir ormanın karanlığında, kış akşamı izlemek daha güzel olurdu elbet. Ama şimdi 'şöyle olsa daha iyi olurdu vs' gibisinden cümleler sıralamak bana fazlasıyla beyhude geliyor.. Zaten daha fazlasını da anlatamıyorum. Belki de anlatmak istemiyorum..