17 Kasım 2017 Cuma

Never again. Never forget. Never. Ever!

Sessizlik..

Bundan aylar önce dinmek bilmez baş ağrılarımın kaynağının iki yıldızın çarpışması olduğunu varsayıyordum. İç sıkıntıma bahanelerin sınırı yok.

Evrenler arasında gezinebilseydim birinden bile pişman olacağımı sanmıyorum. Birinde ideal hayat varolurdu, sonra kaybolurdu. İnsan neden böyle? İnsan olmanın yeryüzünde bir hükmü var mı? Yıkıcı olmanın dışında. Dışarıda talan ettiği onca alan yetmediği gibi kendi içinde de bir kara delik. Bir tür ouroboros.. Saygısız, bencil bir dolambaç yumağı. Acılarımızı başlarına mı yıkıyoruz? Karışmak bu kadar kolayken bir parçamızı yukarıda tutmanın çabası..

Asla tekrar etme.

Tekrarlar seni senden uzak doğuruyor. Bir parçan anlamsız birer ifade aslında. Değersiz. Düşüncelerinde hala daha kendinsin. Kendinken bile tarlaya girmiş fareler ve kargalar kadar amansız.. Neye inandırırsan inandır. Sen yıkıcısın.

Kulağımda çalınan binlerce cümle. Aslında ben o sandığınız da değilim. Bunun 130 milyon sonra ulaşacağını bilsem bile uzayın o koca, insana belki de insan olmayana ne olduğunu, neyin ne olduğunu unutturabilecek kadar uzaktan soluk mavi noktaya çığırmak isterdim. Ne olacaksa sanki..

Beynimi diri tutmak ve olmayana alışmak istemiyorum. Varolmayana.. Belki bir tür sancı ama geçmeyen. Yaşamımın sonuna dek benimle gelecek. Ilık duş ve güzel kahvaltılardan sonra bile. Kendimi hissetmediğim noktaya kadar..

30 Temmuz 2017 Pazar

The night is still young..

Aklımdan geçenin karşımda belirmesi..

"Don't leave me alone
in this corridors of  gloom.
Don'tt leave me alone...
... tonight.."


18 Haziran 2017 Pazar

Sıkılganlığın bahanesi..

Hiç ses yok..

Uzakta kıyamet kopuyor. İçine girince baş döndüren türden uğultu. Boş. Benim kadar bunalıyor dışarısı. Sıcakların arkasına bakmadan koşarak geldiği günlerdeyiz..Baş döndürecek derecede gürültülü sıcaklar. Havanın üstümdeki hükmü böylesine yoğun. Yine de ondan daha yoğun yaşadığım duygulardan biri de yaklaşık 13-14 yıldır beni içine alan soyutlanma ve sonuçta yalnız bırakılma durumu.. Bu sayısal anlamda bir uzaklık olabildiği gibi nitel anlamda da kendisini var etmedi değil.. Ama sanırım hep bir bahaneydi. "Sıkılganlığın bahanesi." Başkasının buna hiçbir zaman hakkının olmaması gibi.. Dünyanın üzerimne yıktığı türlü karmaşayı halledebilmişken hala daha evdeki ampul sayısına denk gelemeyecek ayaklı varlıkların bu konudaki zihin devinimine sahip olamadım..

Şeffafken katı cisme toslamak.

Bir tür parlak yüzey. Aldatıcı.. Bunu görebilmek için içinden geçmeye yani karışmaya gerek duyacak türden. Gelgitlerinin kapalı ,mat sayılabilkeceği alanda parladığı ve kendini bulduğu biçim. O saatten sonra da kimse kendi değil.

Koza..

Çok sevdiğim bir dostum vardı. Hatta hayattaki tek dostum diyebileceğim kadar severdim. Ne yapıp yapmadığım önemli değil. İşin içine geçmiş zaman ekleri girince ne olursa olsun boyut değişiyor. Şimdi anlıyorum ki beni ben olduğum için değil de yalnız olduğum için seven onca şey... Burası uzar sona atladı. Attı kendini..

Tanınmamak..

Ne alakası var modern dansla müziğin? Kulağıma hoş gelen her müziği dinlemem, dinleyeni de sevmem ama yine de iyi müzik dinlerim ve henüz sesimi kimse duymadı..

Uzaklaşmak..

Kolay. Sahip olduğun teknolojik aleti bir kenara bırak. Al sana uzaklaşmak, soyutlanmak.. Keşke böylesine kolay olabilseydi. Artık his okuyan zihinlerimiz var. Sen artık şöyle - böyle düşünmüyorsun?

NE DÜŞÜNDÜĞÜMÜ KİM NEREDEN BİLİYOR?

İtham ve bitiş..

Sonuçta beni yadsıyan ve saygısızlaşan bir toplumun içindeyim. Her şeyiyle beraber. Günümüz modern sayfaları ve üç-beş kelimeyle ve hatta bazen karşılıksız biçimde ağzımıza sıçan bir saygısızlık. Sen hiçbir şeysini böylesine derinden, acılı ve sonrasında anlaşılabileceği şekilde hissettiren. Ama geçti. Hırsızlıkların ve egonun hırpalanışı buraya kadar..

12 Nisan 2017 Çarşamba

Asimetri

Yıllar sonra bile yıllar öncesini yaşamak. Kırılmaz döngü, değişmez yitim..

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

İnsanların vıcık vıcık birbirlerine karıştığı bir yerde yıllardır görmediğim çocukluk arkadaşımı bekliyordum. Telefonunu yakın zamanda kaybettiğinden dolayı ona ulaşmanın tek yolu; rezil kalabalığa, kimsenin yüzüne doğru düzgün bakmadan göz gezdirmekti. Beynim dönüyordu, midem bulanıyordu, açtım. Son zamanlarda midemi gereksiz bir sürü şeyle altüst ettiğimden bu his çok daha derinden hissediliyordu. Enzimler, sindirmek için yarışa girdikleri şeyi beynime nasıl da çalıyorlardı. Zaman geçiyordu. İşteyken bir türlü akmayan iki ucu keskin saat hiç ummadığım kadar hızlı geçiyordu. Bir süre sonra sadece sol tarafta kalan yarı çıplak dağa ilişti gözüm. Hafif bir heyecan ve şaşırılmayacak ana uzanıyordum sanki. Bir şeylerin bağlanacağı noktayı bildiğimden son zamanlarda hiçbir şey yapmayan ben değilmişim gibi orada öylece dikiliyordum.

Muhabbet alabildiğine akıyordu. Eski zamanlar sanki bir film karesinden gözüme ilişiyordu. Hiç kurmadığım kadar birbiriyle alakasız cümleler savuruyordum. Buna kendim bile inanamazken yine aynı his! Bulantı. Bundan uzaklaşmaya çalıştıkça hareketlerimde birbirine saldıran kolları görüyor, terliyordum. Tırnak diplerime saldırmış, arada bir kelimeleri yarım kesmiş ve tekrar dağa bakmaya başlamıştım. Hep böyle oluyordu. Bundan kurtulmak mümkün müydü?

Beni yürüyen merdivenlere mahkum kılan fiziksel yorgunluk değildi. Zihnim uyuşuyordu ve bu da bedenime hükmediyordu. Aşağıdaki yerde de biraz daha şekerli bir kahve tükettikten sonra çikolatanın masadan yarım ayrılmasına üzülmüyordum bile. Neredeydi baştaki heyecan?! Sarılmalar insana hoş gelir. Belki de koku. Bunu içten bir şekilde mi yapıyordum? Kendimi fiziksel anlamda yetersiz ve çaresiz kaldığım bir zihinsel ölüme mi sürüklüyordum. Bunu bilmiyordum diğer bilmediklerimle birlikte.

Sırf oyalanmak adına giriştiğim şeyler beni acı bir noktaya sürüklüyordu. "Artık kalkalım" dedim ve benim eve doğru yürümemden endişe eden birine, aklından geçirdiği şeyi gerçekleştirmek üzere geri dönüp baktım. Böyle ufak oyunlar kendi içimdeki boşluğun sağladığı şeylerdi. Sadece kahve. Ve başım dönüyordu. Sarhoş gibiydim. Hiç mecalim yoktu. Bir gün sonrası, iki gün öncesi.. Kurulduğu anda içimin ürperdiği cümleleri şimdi ben kuruyorum ve nereye gittiğimi bilmiyorum. Nasıl olduğunun hiç önemi yok derdim.

Çok önemi var.
Çok önemi var!

12.10.2013

* Taslaktı. Zamanı geldi.. 

4 Ocak 2017 Çarşamba

Başıboşluk..

Yaklaşık iki saat kadar önce.. Koltukta uykuyu savunurken eskilerden bir şey açmak için dosyaları kurcalamaya başladım. Uzun zamandır Madrugada dinlemiyorum. Genelde etkileyici ve zihnimde yer etmiş her anın içine biraz da olsa iliştiğinden iyi anımsıyorum. Arka planda çalmaya başlarken şarkılar, saat yarım saat sonrasını göstermeye başlamıştı bile. Yayılmanın sadece sol tarafa özgü olduğu ve bu nedenle anlamadığım biçimde sağ gözümü bozduğum günlerde, tembelliğimi kendime kanıtlamaya çalışıyor olmalıyım ki dakikaların boşalan içki bardaklarından hızlı hareket etmesiyle bir anda hiç olmadığım ama sanki hep bir taraftan arzuladığım aidiyetlik duygusunu görüyorum uzaktan..

Açıklaması güç.. Anlaması imkansız. Aynı doğrultuda olmadığımız insanlara bir şeyler anlatmak.. Hiçbir ortak nokta yok. Olması için gösterilen çaba, hiç bilmediğimiz bir alanda yükselmemizi sağlayabilirken belirsizlik ve sonrasında karamsarlıkla kendimize kılıf örüp duruyoruz.

Niye konuşuyoruz?! Ne diye sesimiz ölüyor koca öğütücüde?

Bir nefretten ötesidir insanın kendisiyle olan kavgaları. Dünyevilikten uzak içsel yumruklar. Mutluysan kendine geçirirsin, mutsuzsan kendiliğinden gelir.

Gidilen noktadansa hiç bitmeyen yol olsa uğraşımız keşke. Gece ve gündüz sadece yolu izlediğim için yaşam sürdürmek. Seyahat değil. Sadece bir tür gel-git. Derinliğini kestiremediğimiz yerde yaşandığında mucizeden sayılan ama ayak bastığımız zeminde sadece işe gidilen yol.. Yollar güzel ve yollar haddinden fazla uzun olmalı. Uyumaksızın. Ve biliyorum ki karanlık gün ışığından daha keskin. Tüm olanı emer ve bir daha da bırakmaz..

Aidiyetsizleri bile..



Evrenin tüm renklerini içine çekmiş gecede bana eşlik eden..