İnsanın uykusundayken irkilmesinin en büyük destekçisi genelde ilkel yaşam hazinesi diye belirtildi bize. Ağaçlarda uyuyan ilk insanların düşecekleri zaman irkilmelerinin asırlar sonrasına kalıtıldığı düşüncesi çalındı kulağımıza. Bu doğru olabilir -ki öyledir. Ama ne tuhaftır ki, ilkel özelliklerini uykusunda bile gösteren bizler metaların alışkanlığına boyun eğmiş gidiyoruz. Yastıklar ve ortopedik yataklara mahkum mahluklar kıldık kendimizi. Az önce yüzüstü uzanırken bunu düşündüm. Hatta başta kelimeleri toparlamaya çalıştım. Biraz daha o şekilde kalsam uyuyabilirdim bile. Ama hep bu oluyor. Ne zaman uykuya dalacak olsam bir şeyler düşünüyorum ve kafamda o düşünceleri çağrıştıracak şeylerin işlevsizliğiyle kısa sürede unutuyorum. Her neyse. Alıştığımız şey rahatlık mı yoksa alışkanlığın ta kendisi mi çözebilmiş değilim. Ama yaklaştım. Yüzüstü uyuyup, ayaklarını 90 derece kıvırıp, sabaha kadar o şekilde uyuyan kuzenimi düşündüm. Başta bu durum bana epey sorunlu görünürdü. "Olur mu öyle şey" derdim. Neden olmayacaktı ki? Her geçen yeni özellikleri çıkan, rahatına düşkün insanlar tarafından bir çırpıda alınıp harcanan şeylere bağımlı değil miydik? Bunlar alışkanlıkların ufak birer parçası sadece. Sonra kafamın altındaki yastığı kaldırıp altına sızdım. Böyle daha rahattı. Boyunu desteklemesi açısından daha sağlıklı olduğu düşünülen şey bizi konfora bağlı kılan şeylerden sadece biri. Yüzüstü uyumaya çalışıp kollarınızı bacaklarınıza paralel uzatırsanız bu anatominize terstir. Başınızın yanında konumlandırmak istersiniz kollarınızı. Hatta ilkel güdüleriniz harekete geçip, irkilirseniz hemen başucunuzda bir bardak suyun yerini almış elinizle kendinizi bile tokatlayabilirsiniz. Bu rahattır. Bu güdüdür. İşte gerçek konfor! Heyhat. Yastıkları demir parmaklıkların arasından aşağıya atma vakti. Ya da bırakalım da üniversitenin ilk yılında, kalabalık partiler veren kızların kavgasına meze olsun. Ya da. Neyse ne işte. Bir köşeden göz de kırpabilir. Dekoratif hoş gereç..
Oralarda bir yerlerde keşfedilmeyi bekleyen bir "hakikat" yok.Buna alışmamız lazım.İnsanlar temas ettikleri herşeyi ister dini ister dünyevi ister sosyalist ister kapitalist ister hümanist ister mizantropik veya sayılamayacak kadar çeşitli şekillerde açıklarlar.Bunlardan biri diğerinden daha iyi değildir.Hepsi eşit derecede anlamlı veya eşit derecede anlamsızdır.Herkes kendine yakışanı alıp giyer.Veya atalarından kalan giysiyi yamayıp giyer.Hiçbir elbise diğerinden daha kutsal değildir.Şüphecilik ise herkesin elbisesinde bulunması gereken en değerli kumaş çeşididir.
Bu değersiz düşüncelerimi paylaşmama müsaade eden dostum Cansu'ya sonsuz teşekkürler.Ömer
Eskiden (bu çok uzun bir süreci kapsamamakla birlikte) kendimi yitirdiğimi anca mutlu olduğumda hissederdim. O zamanlar bunu bilirdim gerçi. Neye, kime karşı önemi olmadan iyi şeyler, kuvvetli şeyler, bir şeyler hissettiğimde kendimden uzaklaştığımı bilirdim. Beni vareden şeylerden bir kopuş gibi. Her zaman içimde taşıyacağımı bildiğim ve dahası kendimden bir parçayı kaybetmemek için çok çabalardım. İfade etmek, anlatmak bana bunlar için yorucu bir koşu gibi gelse de yapardım. Bu tıpkı gündelik yaşamına devam etmeye çalışanların para kazanması, her sabah erken uyanması gibi şeylerdir. Sadece ortada görünür, elle tutulur kısacası somut şeyler yoktur. Önce kendimi varetmeye çalıştım hep. Yeri geldi kırdım, çektim gittim. Şimdilerde en basit görüntülerde bile aklıma dolup, beni taşıracak şeyler o zamanlar birer nefes darlığından öteye gitmezdi. Yıllar sonrasını, bulunduğum yeri bilsem de buna çabalardım. Ah di'li geçmiş zamanlar. Bir özlem yok! Yaptığım şeylerin -en azından bu uğurda- bir hata olduğunu düşünmedim. Bu tarz düşünceler gelip yerleşse de zihnime çabucak elimin tersiyle ittim. Çünkü o zamanlar bunu yapmasaydım şu anda olduğum yerde -eh pek iç açıcı bir yer olmasa da- olamazdım.
Şimdi..
Geçmiş hakkında çok net konuşup, mutsuzlukluklarımı, umursamazlıklarımı ya da aynı ölçüde eğlencelerimi hatırlıyorum. İyi-kötü ayırt da edebiliyorum. Ama nasıl anlatsam.. Artık o üzerimi kaplayan ve adının ne olduğunu bilmediğim toz bulutları sanki koca bir evren yaratacaklarmış gibi duruyorlar. Bütün algıları yerle bir olmuş, en çok keyif aldığı şeyleri bile duyumsayamayan, haliyle bu dünyadan kopup, gitmiş bir beden görüyorum. Kendime dışarıdan bakmak her zaman ürpertici gelmiştir. Ama şimdi kendimin varlığını bile duyumsayamacak kadar körleştim. Bu uyuşma değil. Diyorum ya adı olmayan türlü şeylerin yokoluşu. Aldous Huxley "belki de bu dünya başka bir gezegenin cehennemidir" derken ne ifade etmek istemişti diye düşünmüyorum bile. Bu yaşamla olan bağlarımı bıkkınlık bıçağıyla ortadan ikiye kesip, kendi yerime geçiş yapmış gibiyim. Terimleri, ideolojileri, inançları, tutkuları ve uyduruk kılıflarıyla onları asla bir araya gelemeyecek şekilde ayırdım. Yakın zamanda dünya üzerinde varolan her türlü bilgiye olan açlığımı da yitirip, bütün kelimeleri unutup, konuşamadığım tüm dillerin isimleriyle beraber gömeceğimden şüphe duymuyorum. Çünkü artık her biri gözüme o kadar anlamsız görünmeye başladılar ki. Bu bir itiraf değil, vazgeçmek hiç değil. Eskiden düşünürdüm. Hatta hala daha kulaklarıma çınladığı oluyor. Bir uğultu, esinti. Ama çok geçmeden baltayı indiriyorum başlarına. İstemli hareketler bütünü değil bunların hiçbiri. Ben de bilmiyorum, anlamıyorum. Ne geçmişine, ne bugününe ne de geleceğine yakın gördüğüm bir evren burası. Gezegenleriyle, o müthiş doğa olaylarıyla, aşklarıyla bana fazlasıyla uzak bir cehennem..
Belki de sadece bir anlık gel-gitten öte değildir.. Ha ne dersin? Ne dersiniz?!
14 Mart 2013 Perşembe
Şu kelebeklerin ilginç huyları var doğrusu. Özellikle gece uçanlarının tipsiz oluşlarından çok korkaklıkları da mevcut olmalı ki dumandan kaçıyorlar. Acaba kendileri gibi uçan başka bir kelebeğin varlığını mı düşünüyorlar? "Burası benden önce işgal edilmiş. Şansımı başka sıcak evde aramalıyım" girişiminde bulunuyorlar. Mesela sinekler öyle değiller. Duman falan dinlemez dalar. Ateş bile olsa geçer içinden. Cesur korkunç yaratıklar. Ama böylesi doğru bir denkleme kapı açıyor adeta. Mesela çirkin olan kurnazdır, güzel olansa saf, salaktır. Kelebek dövmelerinin moda olduğu zamana karşılık ben hiç vücuduna sinek çizdiren birini görmedim. Buradan insanların kendi özelliklerini ortaya çıkarma hamlelerini ve olmak istedikleri kişiye hızlı adımlarla yakınlaştıklarını düşünüyorum. Diane Arbus gibi çirkinlerin ve rahatsız edici varlıkların aslında gerçek güzelliklerinin örneği geliyor aklıma. Bu gereksiz ayrıntıdan sonra beynimi yarasalar ele geçiriyor. Bak işte onlara söyleyecek lafım yok. Ne gündüz dolaşan, güzelliklerinin farkındaki kelebekler gibi bir çiçeğin en belirgin yaprağına konup kendini gösteriyor ne de ağır aksak ilerliyor. Bir yere konarsam ya da yavaş uçarsam çirkinliğimi ele veririm. O nedenle sağa sola deli manevralarımla bunu baskılayayım diyor. Aslında hiçbiri böyle olmayabilir. Zaten bu şekilde olmaması da muhtemeldir. Ama doğa bize sunduklarını istediğimiz biçimde yorumlama şansı vermiyor mu? Bu gece de dışarıya bakıp, bunaltıcı havayı içime hapsederken bir kelebekten açılışı yaptım ve buraya kadar geldim. Çocuk kitaplarına konu bile olabilir bu yazdığım haha.
Neyse olay bundan ibaret. Saat henüz gece 12 olmasına karşılık herkes yatağında. Yavaş yavaş günler uzarken kendini buna alıştırmaya çalışan insan sürüsüyle ve gecenin giderek kısalmasıyla bana ancak kelebeğin eşlik ettiği bir anı yaşamak. Gündüzü insanlarla paylaşan ben ise geceyi sadece kelebek, sinek, karınca ve bilumum uçan-kaçan canlıyla geçiriyorum. İyi de oluyor. En şekilsizi ya da en güzeli hiç farketmez, ben kendimi "kötülükler"den korumak için beton yığınının arkasına hapsedip, sadece pencere ve balkonla ödüllendirmişken, dışarıda başıboş ve korumasız dolaşan bu canlılarla bağ kurup, o hiç de kıymeti olmayan zamanla çok değerli anı onlarla paylaşıyorum..
Son günlerde güzel filmler akımına kapıldım gidiyorum. Bundan kaynaklı olarak akşam yatağa uzanıp bir şeyler izleyip beynimi doldurmak her şeyden daha cazip görünmeye başladı. E zaten öyleydi ama bu sefer akımın etkisinden kaynaklı beynimi yoran değil dolduran şeyler izliyorum. Bir nevi düşüncelerin de baharda filizlenen tomurcuklar halini alması gibi.
Bu serinin The Sunset Limited ve Naked'dan sonraki üçüncü filmi olan Withnail & I bir Bruce Robinson başyapıtı, etkileyici kara film örneklerinden biri. Filmin adından da anlaşılacağı üzere Withnail ile birlikte olayı aktaran Marwood arasındaki hayata tutunmaya çalışma çabası anlatılmakta. Bu şekilde belirtmek filmi biraz hafife almak olur. Bu arıza film hakkında izlendikçe derinleşen düşüncelerimden bahsetmek biraz güç. Manik-depresif bir hal ve birden toparlanmaya çalışmak için ele geçirilen güç ile aynı denli dibe vurmak için harcanan güç arasında orantılı bir denge söz konusu. Müziklere zaten lafım yok. Filmin kendine has ritimleri olsa da arka planda ara ara şekillenen Jimi Hendrix, The Beatles'dan müzikler de yine bu başyapıta çok şey kazandırmış. Aslında bunun da bir nevi gönderme mi yoksa içtenlikle yapılan bir hareket mi olduğu konusu kafa karıştırıcı. Sonuçta mutlu mesut olaylar dönmüyor içeride.
Kısacası oldukça etkileyici bu filmde, Baudelaire'dan ve Shakespeare'den alıntıların olması da filmi zenginleştiren birkaç diğer unsur. Karakterlerin özenle seçildiğini ve her izlenişte yeni bir şeylerin göze çarpacağı hissini bünyemize işleyen bu yapıtın son sahnesinden gözümü alamadan, tekrar tekrar izlemem ve sonunda buraya kadar vardırmam bir anlamda egomu beslemeye yönelik minik hareketlerimden yalnızca birkaçı.
İşte o sahne:
"I have of late, but wherefore I know not,
lost all my mirth.
And indeed it goes so heavily with my disposition
that this goodly frame the earth
seems to me a sterile promontory.
It's a most excellent canopy, the air.
Look you, this brave, o'er hanging firmament.
This majestical roof fretted with golden fire.
Why, it appeareth nothing to me but a foul and pestilent congregation of vapors.
What a piece of work is a man,
how noble in reason,
how infinite in faculties,
how like an angel in apprehension.
How like a god!
The beauty of the world
Paragon of animals
Yet to me, what is this quintessence of dust?
Man delights not me.
No, nor women neither.
Nor women neither."
"Geciktim ama neden, bilmiyorum,
tüm neşemi kaybettim.
Ve yaratılışım yüzünden çok şiddetli bir biçimde soluyor
iyi hali dünyanın,
bana verimsiz bir dağ gibi gözüküyor.
Gökyüzü, en şahane kubbe.
Bir bak, bu yukarıda duran cesur gökyüzüne.
Bu haşmetli çatı, altın alevlerle süslü.
Neden bana melankolinin öldürücü ve yanlış birliğinden başka bir anlam ifade etmiyor peki.
Ne çeşit bir görevdir insanın ki
nasıl azametli,
nasıl sonsuz bir beceri,
korkudan nasıl bir melek gibi!
Nasıl Tanrı gibi!
Dünyanın güzelliği
Hayvanların mükemmel örnekleri
Hala aklımda, toprağın özündeki.
İnsani zevkler bana göre değil.
Buna kadınlar da dahil.
Kadınlar da dahil." William Shakespeare - Hamlet
Döngüler, kendilerini farkettirmeden, çoğu insanı hayatta tutuyor. Güneşin doğup batması, mevsimlerin birbirini kovalaması, ağaçların yeşerip kuruması, günlerin uzayıp kısalması... En fenası ise günümüzün sosyal döngüleri, insanların doğması, okuması, iş bulması, evlenmesi, ölmesi, aynı şeyi onların çocuklarının yapması. Bütün bu döngülerde oluşan aksaklıklar onlara korkunç birer afet gibi gelir. Ben bütün bunları aksatan herşeyi, herkesi kucaklıyorum. Tüm bunlar son derece yorucudur. Oksijen almak, karbondioksit atmak, kalbin kasılması, işte döngülerin en yorucusu.
1 Mart 2013 Cuma
...son sınıfa gelene kadar herşey yolundadır.Kimse zerre kadar ilgilenmez sizinle.Kolayca yontulabilecek biri olduğunuz için öğretmenler nasıl da iyi davranırlar.Hatta bazıları sırf bu yüzden sizi sever,evde okumanız için kitaplar verirler.Bazıları çok gücenir buna, ama zaten o öğretmenlerin de davranış sorunlu tiplerle uğraşmaktan başlarını kaşıyacak vakitleri olmadığından, matematik ve okuma dersinde ötekilerden öndesiniz diye size sataşmaya fırsat bulamazlar.Sizin kadar zeki ya da sizden de zeki bir avuç çocuk sınıf panosunu hazırlamak,öğretmene liste çıkarmak ve bunun gibi işlerle uğraşırlar.Küçük çocukların ne kadar acımasız olduklarına dair söylenenlere gelince, büyüklerinkinin yanında onların zalimlikleri solda sıfır kalır.Küçük çocukların akıllısı da kafası çalışmayanı da aptaldır işte.Aptalca şeyler yaparlar.Akıllarından geçenleri pat diye söyleyiverirler.Düşünmedikleri bir şeyi söylemeyi öğrenmemişlerdir henüz.Bunu daha sonra, yetişkinliğe geçip, yalnız olduklarını anladıkları zaman öğrenirler.Sanırım yalnızlığınızın gerçekten farkına vardığınızda çoğu zaman paniğe kapılırsınız.Bundan kurtulmak için apar topar kaçar,gruplara-klüplere,derneklere,takımlara,kalıplara-sığınırsınız.Birdenbire tıpatıp ötekiler gibi giyinmeye başlarsınız.Aslında görünmez olmanın bir yoludur bu.Kot pantolonunuzun delik yerlerine yama koyma biçimi bile sizin için son derece önemli bir şey haline gelir.Çünkü yanlış yamadığınızda bir olamazsınız.Bir olmanız gerekir.Aslında tuhaf bir söz bu, biliyor musunuz."Bir" Neyle bir?Onlarla bir.Ötekilerle bir.Hep birlikte.Sayıların güvenliği.Ben, ben değilim.Ben, bir başarı belgesiyim.Popüler bir çocuğum ben.Ben, arkadaşlarımın arkadaşıyım.Honda marka bir motorun siyah derisiyim ben.Bir üyeyim ben.Bir yeniyetmeyim.Siz beni göremezsiniz.Tek gördüğünüz,biz.Biz güvenlikteyiz.Ve eğer Biz Seni tek başına görürsek, şansın varsa, görmezlikten geliriz.Ama şansın yoksa kafana taş yağdırabiliriz.Çünkü biz kot pantolonu yanlış yamanmış, hepimizin yalnız olduğunu, güvenlikte olmadığımızı anımsatan insanlardan hoşlanmayız...