30 Nisan 2013 Salı
29 Nisan 2013 Pazartesi
Yanılgıya açlık, yenilgiye tokluk!
Ankara'dayken bir hamburgerin gecenin 3'ünde bana açlığımı hatırlattığını anımsıyorum. Oysa üç, dört saat öncesinde tıka basa yemiş, üzerine de bir şeyler içmiştim.
İşte böyle. İnsanlar ufaktılar ve bir kere boşluğa girdiler mi tüm alanları dolduruyorlarmış gibi hissediyordum. Peki tüm bunlar, bu açlık için herkesin önünde soyunmaya ne gerek vardı? Herkeste bir eşyamı bırakarak en sonunda şehrin tümüyle beni ele geçirmesine.. Yıllar boyu tek bir varlığa karşı kendini koruyan, korkan, çekinen ben nasıl oldu da enkaz yığınına atıverdim ki kendimi. Algımın, kalbimin, zihnimin boş kısımları için arayış, insan atası şehirleri katetmekle geçti. Bu nedenle yaşamıma çoğu kez ziplenmiş diye de laubali bir yakınlıkla yanaştım. Hiçbir yerde tam olamamak, olduğum yerde de olamamayı sağladı. Kısıtlı hareketler, düşünceler. Herkesi tek bir havuzun içine doldurup esir kıldığım bir düzendi bu. Henüz bir şey kırılmış değil aslında. Tekrardan aynı duruma düşeceğimi biliyorum ama bunu bilmek istemiyorum. Kaldı ki bilsem bile bunun duygularımı harekete geçiren bir tarafı olmasını istiyorum. Boşa çaba! demiştim. Giymekten sıkılmadığım botlarıma sayaç taksaydım arabanın kilometresinden bile fazla çıkabilirdi oysa. Ya da ona tanıdığı insanları sorma fırsatım olsaydı tek tek anlatırdı. Yine de tüm bunları yanında her şeyin güneş parladığında beliren toz zerrelerinden hiçbir farkı yoktu. Hayal kurmayı sevmiyorum. Hayal kuranı da sevmiyorum artık. Şöyle yapalım, böyle güzel olur söylemleri beni olduğum yere daha da çok çiviliyor. Tüm bunlar olup biterken benim bir kere olsun yanılmamama ne demeli peki? Olmayacağını biliyordum ama bunu söylemek istemiyordum. Çünkü ben ne zaman olmasını istesem olmazdı. Olmayacak olmasını bile dile getirmem olacak olanı benden uzaklaştırırdı.
Umutsuzluk, karamsarlık ne denirse densin. Çünkü ne dediğinin, ne yaptığının, nasıl giyindiğinin, konuştuğunun, hangi kelimeleri seçtiğinin, eğitiminin, bilginin, saçının başının hiçbir önemi yok. Tuhaf. Bunları yıllar önce de düşünüyordum. Yanılmıyorum! Yanılgıya aç olmak bir meziyet değil, aksine okkalı bir işkence yöntemi.
İşte böyle. İnsanlar ufaktılar ve bir kere boşluğa girdiler mi tüm alanları dolduruyorlarmış gibi hissediyordum. Peki tüm bunlar, bu açlık için herkesin önünde soyunmaya ne gerek vardı? Herkeste bir eşyamı bırakarak en sonunda şehrin tümüyle beni ele geçirmesine.. Yıllar boyu tek bir varlığa karşı kendini koruyan, korkan, çekinen ben nasıl oldu da enkaz yığınına atıverdim ki kendimi. Algımın, kalbimin, zihnimin boş kısımları için arayış, insan atası şehirleri katetmekle geçti. Bu nedenle yaşamıma çoğu kez ziplenmiş diye de laubali bir yakınlıkla yanaştım. Hiçbir yerde tam olamamak, olduğum yerde de olamamayı sağladı. Kısıtlı hareketler, düşünceler. Herkesi tek bir havuzun içine doldurup esir kıldığım bir düzendi bu. Henüz bir şey kırılmış değil aslında. Tekrardan aynı duruma düşeceğimi biliyorum ama bunu bilmek istemiyorum. Kaldı ki bilsem bile bunun duygularımı harekete geçiren bir tarafı olmasını istiyorum. Boşa çaba! demiştim. Giymekten sıkılmadığım botlarıma sayaç taksaydım arabanın kilometresinden bile fazla çıkabilirdi oysa. Ya da ona tanıdığı insanları sorma fırsatım olsaydı tek tek anlatırdı. Yine de tüm bunları yanında her şeyin güneş parladığında beliren toz zerrelerinden hiçbir farkı yoktu. Hayal kurmayı sevmiyorum. Hayal kuranı da sevmiyorum artık. Şöyle yapalım, böyle güzel olur söylemleri beni olduğum yere daha da çok çiviliyor. Tüm bunlar olup biterken benim bir kere olsun yanılmamama ne demeli peki? Olmayacağını biliyordum ama bunu söylemek istemiyordum. Çünkü ben ne zaman olmasını istesem olmazdı. Olmayacak olmasını bile dile getirmem olacak olanı benden uzaklaştırırdı.
Umutsuzluk, karamsarlık ne denirse densin. Çünkü ne dediğinin, ne yaptığının, nasıl giyindiğinin, konuştuğunun, hangi kelimeleri seçtiğinin, eğitiminin, bilginin, saçının başının hiçbir önemi yok. Tuhaf. Bunları yıllar önce de düşünüyordum. Yanılmıyorum! Yanılgıya aç olmak bir meziyet değil, aksine okkalı bir işkence yöntemi.
26 Nisan 2013 Cuma
A Nighttime Project
Yine uyku yok. Uyku aynı zamanda yedi kollu bir umut sömürücüsü. Her gece fazladan alarak içimdeki heyecanları ne denli körelttiğimin karanlık kanıtı. Bu sayede gözümün içine dalan güneşe bile meydan okumuyorum artık. Birbirine geçen kelimeler arasında düzlük ararken kendimi Andre Breton'un şu satırlarında buluyorum: "Saat dört sularında avizeden umutsuzlanırım ben, gece yarısına doğru da yelpazeden umudumu keserim..." Ah Breton o her geçen gün, arasından derelerin aktığı çizgilerin umutsuzluğunu bilebilseydin benden bile umutlanırdın umutsuzlanmak için. Dondurucu bir günün altında kalan geceyle hem de öyle bir umutsuzlanırdın ki ölmeye bile mecalin kalmazdı. İçmeden ölenlere inat içerek nasıl bu kadar ayakta, ayık kalabildiğimi görebilseydin sen mi bu durumdan hoşlanmazdın yoksa ben mi somurtup, uzaklaşırdım bilinmez. Kime ne söyleyeyim ki? Dışarıya kusmayı bir türlü kesemeyen iki kasın hezimetine uğrayarak yüzlerce kasın bir anlık koma etkisini hissetmek. Can alıcı biçimde! Sonra yığılıp kalmak en rezil yerde. Düşünmek istemiyorumu düşünmenin çıkış kapısının olmadığını düşünmek. Daima ve daima. Bilinçli olmak istemiyorum. Koca bir dalga gelsin son kez ve ben dalıp altından geçerek uzaklaşayım. Orada, burada ya da şurada olmadan.
23 Nisan 2013 Salı
Zihinde kavga
Yolun ortasında öylece durmuş bekliyor. En sonda kendi beliriyor. Işığın sonundaki tünel gibi. İki elinin parmaklarını aynı anda hareket ettirebiliyordu ama kendisiyle karşılaşınca kendine bile denk düşmeyen "ben"i gördü. Başka bir yerde de olsa, orada sahiplendiği yatağındaki "ben"den uzak bir sokaktaki kendi geziyordu. Dışarıdaki, cümlelerini hunharca savururken, içteki daha sakin, gündüz ışıklarından kırışıklık kazanmış birkaç çizgiyi yokluyordu. Bunu düşündüğünde bile aslında her şeyin ona ne denli uzak olduğunu kavraması da güç olmuyordu. Bu nedenle bekleyiş herkesin içine heyecan tohumları saçarken onda sadece bir buzdağı parçalanışına eşdeğer hal alıyordu. Beyni tüm bu buzlar içinde kaynasa da görüntü de bunu ele vermiyordu. Biliyordu kimse yoktu, olmayacaktı. Kendinden bile emin olamazken ve dahası her yere parçalarını gelişigüzel dağıtmışken ne onu böylesine kendinde hapsedebilirdi ki?! Bir zavallı olduğunu düşündü. Sonra bunu düşündüğü için sokaktaki "ben" tarafından yıkıcılığın gücü altında kendinde belirsiz bir özgüvenin varlığını hissetti. Çok geçmeden birbirleriyle kavgaya tutuştular yolun ortasında. Kan gövdeyi götürüyordu ama acı duymuyorlardı. Kendilerinden geçercesine bir savaşın çıkmazında hala daha iyi bir şeyler yaşanacağına dair umutlarını kendileri gibi yitirerek geceyle gündüzü griye çaldılar..
9 Nisan 2013 Salı
1+1=1
Bu iki şarkı birbirine öyle güzel yakışıyor ki. Altında oturup ateş yakası geliyor insanın.
8 Nisan 2013 Pazartesi
Beni duyman için daha ne kadar bağırmalıyım?!
Gecenin karanlığından daha koyu bir günün perdesi aralanıyor. Yüksek zihinlere bahşedilmiş kırıntılar arasında soluksuz kalınan günlerin sabahı daha farklısını göstermiyor insana. Alış, alış, alış. Yoksay bir sonraki şarkıya kadar. Bir sonraki saçma film. Ondan sonra kitaplar arasındaki kül ol. Bir yapraktan neyim eksikti de insan şeklinde salındım yeryüzüne? Bir dal parçası ki benden daha mutlu olduğu yerde. Ayaklarım uçsuz bucaksız okyanusları aşabilecekken ne diye böylesi bir ürperti doldu oraya buraya? Ben ben olmak istiyor muyum beynimle, uzuvlarımla. Ben ben olmak istiyor muyum yürüyenlerin arasında. Ben ki benden çok uzak bir yerdeyim. Ben ki sizden kaçmak için değil ayaklarımı her şeyi ortaya koydum. Lamba bile beynimin sönmekte olan yıldızın enerjisinden kafayı bulmuş, titreyip duruyor. Oysa daha iki saat öncesine kadar gözümü alıyordu. Neyse. Yarın, gecenin karanlığından daha koyu bir gün olacak. Ve ben birilerini parçalamadan günü sonlandırırsam tanrının varlığına inanacağım.
Bir şeytan ki insanın günahları altında kötü damgası yemiş. Oysa her gün bir sürü şeytan, içindeki başka şeytanlarla yanımızdan geçip gidiyor..
Bir şeytan ki insanın günahları altında kötü damgası yemiş. Oysa her gün bir sürü şeytan, içindeki başka şeytanlarla yanımızdan geçip gidiyor..
4 Nisan 2013 Perşembe
3 Nisan 2013 Çarşamba
İşte orada! Evet tam orada.
Kadının biri yarışıyor. Dünya hakkında en ufak bir fikri olmayan ama yemek konusunda bilgisiyle tüm feylesofları deviren. Tam da bu noktadan bir soru yükseliyor. Kadın hemen cevaplıyor. Yüzünde ve uzuvlarında sevincin yankısı yer alıyor, mutlu oluyor. Keşke diyorum, keşke o kadın gibi sadece ata binmeyi ve doğada gezinip bitki toplamayı öğrenseydim. Edindiğim ufak birkaç bilgi beni mutluluğun doruklarına taşısaydı. Dünyayı ayaklarım altında ezip, anlık tavan yapan özgüvenle sarssaydım her tarafı.. Ama yok. Ne bozdurulup harcanan, ne de varlığıyla beni yücelten bilgi denizinin ortasında edindiğim ufak kayıkta oltama bir balığın takılmasını bekliyorum ki karnımı doyurayım. Dudaklarımı denizin gizli ceplerindeki birkaç damla suyla ıslatıyorum ki kuraklık kendini dudaklarımda varetmesin.
Mutsuzluk! Daha önce de söylemiştim "aptallık, sonsuz mutluluk" diye. Bugün bunun harfi harfine açıklaması beliriyor zihnimde, beynimi dalgalandırıyor. Bana sadece hareketlerimi kontrol etmeyi ya da insanların akıllarından geçen şeyi bulup çıkarmaya yarayan bir şeyi istemiyorum. Bazen denk gelip sırf sıkıntıdan doldurduğum ve kimisinde ne cevap versem diye düşünüp kazara hiç de istemediğim şeyi işaretlediğim şıklar gibi doğarken de huzursuzluk kutusuna tik atmış olmalıyım. Çocukların ilk yaşlarında olumsuzluk belirten -ma ekini yoksaydıkları gibi ben de tüm olumsuzlukları yok saymış olmalıyım ki hepsi karışmış, çorba olmuş. Ya da tuzu biraz fazla kaçmış, yiyemiyorum..
Mutsuzluk! Daha önce de söylemiştim "aptallık, sonsuz mutluluk" diye. Bugün bunun harfi harfine açıklaması beliriyor zihnimde, beynimi dalgalandırıyor. Bana sadece hareketlerimi kontrol etmeyi ya da insanların akıllarından geçen şeyi bulup çıkarmaya yarayan bir şeyi istemiyorum. Bazen denk gelip sırf sıkıntıdan doldurduğum ve kimisinde ne cevap versem diye düşünüp kazara hiç de istemediğim şeyi işaretlediğim şıklar gibi doğarken de huzursuzluk kutusuna tik atmış olmalıyım. Çocukların ilk yaşlarında olumsuzluk belirten -ma ekini yoksaydıkları gibi ben de tüm olumsuzlukları yok saymış olmalıyım ki hepsi karışmış, çorba olmuş. Ya da tuzu biraz fazla kaçmış, yiyemiyorum..
1 Nisan 2013 Pazartesi
Soyut katili silah
İyice mehter takımı gibi oldu zaman. Vidası gevşedi artık. Bizse bu düzene her seferinde ayak uydurmak zorunda bırakılıyoruz. Pazarlarda ya da marketlerde satılan yiyeceklerle beslenmek zorunda olduğumuz bir dünya gibi. Üstelik bunu öyle kusursuz biçimde yerine getiriyoruz ki. Saatler ileri alındığında okula çok az kişi geç kalırdı. Geç kalınıyordu değil mi? Bu kavramlara en az yön duygum kadar yabancıyım. Her neyse. Aslında olay keşke tümüyle bundan bağımsız olabilseydim düşüncesiyle belirdi. Zamanın olmadığı ya da kendi isteğime göre yaşayabildiğim bir evrenden bahsetmiyorum. Ama yine de zamana bu kadar bağımlı kılınmak.. Bilgisayar saati otomatik olarak ileri atıp beni koşullandırmasaydı. Bir saat geriden gelseydim. Sanki tüm bu zorunluluklar ayın dünyaya yaptığı etkiye benzer türden şeyler sunuyor beynime. Uyku düzeni, beslenme şekli. Bir şeyde karar kıldığımda hemen aklımı çelmeye çalışan ve hatta çelme takan şeyler devreye giriyor. Bense sanki açık yarası olanlar gibi acı çekmeye ve değişmeye başlıyorum. Ona itaat ediyorum. Sonra kendimi unutuyorum.
Gölgemle kendime bir saat geriden yetişiyorum.
Gölgemle kendime bir saat geriden yetişiyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)