31 Ocak 2012 Salı
30 Ocak 2012 Pazartesi
Synecdoche, New York
Son zamanlarda izlediğim en güzel filmlerden. Yalnızlık temalı. Tam da faaliyetlerime eş düşen cinsten. Özellikle diyaloglar içe öylesine işliyor ki, gecenin bir yarısı kapanmaya yüz tutmuş gözleri bile sabah uyanmışçasına dinç kılabiliyor.. Neyse fazla söze gerek yok. Kendimle konuşarak da pekala film çekebiliyorum ne de olsa. Anlaşılmadı yine değil mi? Sorun değil.
"Her şey senin düşündüğünden daha karmaşık. Doğru olanın, sadece 10'da 1'ini görüyorsun. Verdiğin her karardan etkilenecek milyonlarca şey var. Her seçim yaptığında
hayatını mahvedebilirsin. Ama belki de aradan 20 yıl geçer ve sen asla ama asla neden böyle olduğunu anlayamayabilirsin. Ve doğru işi yapmak için yalnızca tek şansın vardır. Sadece dene ve boşanmanın nedenini bulmaya çalış. Ve kader diye bir şeyin olmadığını söylerler ama herkes kendi kaderini belirler. Ve dünya ne kadar uzun süre devam ederse etsin sen sadece saniyelik bir zaman dilimi için buradasın. Zamanının büyük bir kısmı, ölüyken ya da doğmamışken harcanır. Ama yaşamak varken, sen, birinin gelip her şeyi düzeltmesini bekliyorsun. Bir telefon için, bir mektup için ya da bir bakış için yıllarını harcıyorsun. Ve gelecek gibi görünmesine rağmen asla gelmiyor. Sonuçta zamanını hayal meyal bir pişmanlık ya da gerçekleşmesi imkânsız bir umut ile geçiriyorsun. Sana bağlılık hissettiren bir şey. Kendini bir bütün hissetmeni sağlayan şey. Sevildiğini hissetmeni sağlayan bir şey. Gerçek şu ki; çok kızgınım. Ve gerçek şu ki; lanet olsun çok mutsuzum. Ve gerçek şu ki; çok yalnız kaldım ve çok uzun süre çok acı çektim. Ve yalnız kaldıkça, bütün bu süreç zarfında iyiymişim gibi davrandım. Nedenini bilmiyorum. Belki herkes kendi dertleriyle ilgilenirken, benim zavallılığımı duymak istemediği için. Pekala, herkesin a.ına koyayım. Amin."
"Her şey senin düşündüğünden daha karmaşık. Doğru olanın, sadece 10'da 1'ini görüyorsun. Verdiğin her karardan etkilenecek milyonlarca şey var. Her seçim yaptığında
hayatını mahvedebilirsin. Ama belki de aradan 20 yıl geçer ve sen asla ama asla neden böyle olduğunu anlayamayabilirsin. Ve doğru işi yapmak için yalnızca tek şansın vardır. Sadece dene ve boşanmanın nedenini bulmaya çalış. Ve kader diye bir şeyin olmadığını söylerler ama herkes kendi kaderini belirler. Ve dünya ne kadar uzun süre devam ederse etsin sen sadece saniyelik bir zaman dilimi için buradasın. Zamanının büyük bir kısmı, ölüyken ya da doğmamışken harcanır. Ama yaşamak varken, sen, birinin gelip her şeyi düzeltmesini bekliyorsun. Bir telefon için, bir mektup için ya da bir bakış için yıllarını harcıyorsun. Ve gelecek gibi görünmesine rağmen asla gelmiyor. Sonuçta zamanını hayal meyal bir pişmanlık ya da gerçekleşmesi imkânsız bir umut ile geçiriyorsun. Sana bağlılık hissettiren bir şey. Kendini bir bütün hissetmeni sağlayan şey. Sevildiğini hissetmeni sağlayan bir şey. Gerçek şu ki; çok kızgınım. Ve gerçek şu ki; lanet olsun çok mutsuzum. Ve gerçek şu ki; çok yalnız kaldım ve çok uzun süre çok acı çektim. Ve yalnız kaldıkça, bütün bu süreç zarfında iyiymişim gibi davrandım. Nedenini bilmiyorum. Belki herkes kendi dertleriyle ilgilenirken, benim zavallılığımı duymak istemediği için. Pekala, herkesin a.ına koyayım. Amin."
25 Ocak 2012 Çarşamba
Theo Angelopoulos.
Gün itibariyle hayatını kaybetmiş Yunan yönetmen. En seçkin filmlerinden birinin adıyla özdeşleştiriyorum şimdi kendisini.
Μια αιωνιότητα και μια μερα
Sonsuzluk ve bir gün.
Μια αιωνιότητα και μια μερα
Sonsuzluk ve bir gün.
24 Ocak 2012 Salı
Kolöga Trolltand
"Vem är den niding som gäckar min sömn?"
22 Ocak 2012 Pazar
18 Ocak 2012 Çarşamba
An
Her yenilik farkedilmeyi bekler. Ölümde kişi için bir yenilik taşıdığına göre; öldükten sonra arkasında iz bırakmak isteyen insanlar da o kadar tutarsız olmasalar gerek..
Johnny B.
Bana sessiz sakin, kimsenin pek bilmediği, içerisinin yine de sigara dumanı dolabildiği güzel ortamı hatırlatıyor. Ve onun içine dolan düşünceleri. Asla bizim ol(a)mayacakları. Sanki her yol tek kullanımlık. Yürü ve kirlet. Geri dönüşü lanetli gibi. Korku. Korku. Korku!
"Johnny B., how much there is to see
Just open your eyes and listen to me
Straight ahead, a green light turns to red
Oh why can't you see, oh Johnny B."
The Hooters - Johnny B.
İçinden konuşmak..
Bakıyorum.. Günlük kelime sayısı diye bir şey yok burada. Ne kadar zeka, aptallık önemsiz. Sadece bakıyorum, izliyorum. Birileri konuşuyor. Dinliyorum. Tuhaf bir duyguya kapılıyorum. Bazı insanların cümlelerinde kasılıyorum. Konuşsam tüm bunlara meydan okuyacakmışım gibi bir güç hissediyorum. Ama çok olmadan bu düşünceden vazgeçiyorum. Fazla yorgunum, evet. Başkalarına oluyor mudur bu durum acaba? Birileri konuşurken onu dinlemek ve kasılmak ya da yüzde tebessümün oluşması. Sanki içimizden geçen kelimeleri buluyorlarmış gibi. Ya da inatla düşünmek ve söylemek istemediklerimizi. İçimden konuşuyorum. Kendimle. İtiraf etmeliyim ki dışarıya salınan sesleri düşüncesizce buluyorum günden güne. Çığlıkları buna dahil etmiyorum elbette. Onların tüm bunlardan ayrılan keskin bir tarafları var. Suskunluk gibi. Zaten ikisi aynı kapıya çıkmaz mı? Yorgun, kaymış bakışların kilitlendiği noktaya. Belki bir uçurumdur.
Sadece daha fazla sessiz..
14 Ocak 2012 Cumartesi
Teknoloji illettir..
İnsan kendisiyle çelişmek için varolmadı mı sanki? Bana bu cümleleri kurdurtan ve eylemlerimle ilişkilendiren, sonucunda ortaya çıkardığı tüm bu tezatlığa pis pis gülümseyen çelişki. Yine kendini haklı çıkardın değil mi? Milyon tane ayağının üzerinde ne de çok seviniyorsundur. Neyi, nasıl, hangi araçla kötüleyeceğini bilmeden kendisine acıyan bu insanın acizliğine derin bir oh çekiyorsundur. Ama yine de itiraf edeyim ki gözüme güvenli moddan bile berbat görünüyorsun.. Evet sadece +50 bunalımına girmiş, ilerleyen günümüz dünyasında dede, nine gibi sıfatlarla adlarını yitirecekler için yapılmış olan bu koca puntolu, resimli halinle bile sana lanetler edebiliyorum. Ediyorum da..
Anlamadın değil mi? Anlama. Sinir damarlarımdan çıkıp ekrana sıçrayacakmış gibi zaten..
Anlamadın değil mi? Anlama. Sinir damarlarımdan çıkıp ekrana sıçrayacakmış gibi zaten..
Tak tak..
Günün birinde masaları tam dolmamış, tozlu, salaş bir bara girip şöyle demek istiyorum:
"Herkese benden içki. O hariç."
"Herkese benden içki. O hariç."
12 Ocak 2012 Perşembe
Düşünmeden
Dünya varsa Zakk Wylde var. Zakk varsa "i never dreamed" var.. Başka bir şey demiyorum allahsız. Mütemadiyen dağıttın..
11 Ocak 2012 Çarşamba
Hah
Eğlenmenin kalabalığı olmaz. İyisi kötüsü olmadığı gibi. Sonuçta eğlenmek eğlenmektir. Bu kadar basittir. İnsan karamsarlığına bir kılıf bulamadığı gibi gülüşünü de hunharca savurabilir.. Bunun için ne gerek var ki bedenlere, hücrelere? Sinirinizi kusarken eşyalar bundan nasibini alıyorsa pek'ala diğerleri için neden modellere ihtiyaç duyar zihnimiz? Ama böyle öngörülmüyor değil mi? Kahkahalarımız onlarca kilometreyi doldurmalı, soluğumuzun bittiği yerde yeni sözcükler duyulmaya başlanmalı. Ah! Ne gösteriş ama. Bunu umursamıyormuşçasına davranan ama tüm bunlara önayak olan kişilerin kibri kadar yalnız kalabilir tüm duygular. Bunda hiçbir sorun görmüyorum. Aksine görkemli bir şuur barındırıyor..
7 Ocak 2012 Cumartesi
A Torinói ló..
İnsan uzandığı yerde rüzgarın sesiyle üşüyebilir mi? Ya da görerek patatesin sıcaklığıyla elini yakabilir mi? Duyular onlara yeterli malzeme verildiğinde harekete geçen yanımızdan fazlası aslında. Görerek de pek'ala eli yanabilir birinin.. Duyarak üşüyebildiği gibi.
Bela Tarr yine bir şeylerin karanlık tarafına sürüklüyor insanı. Belki de en keskinine. Kutuda kalan son kötülük yerini bulmuş gibi filmde.. Umut nereye kadar sürebilir? Beden hakimiyetini yitirmeye başladığında ruhu etkisiz kılar mı? Torino atı denmesinin sebebi de bu aslında. At bir imge. Tüm yaşamı omuzlarında sırtlayacak bir güç, ruh. Baba ile kızının 6 günlük yaşantısı anlatılıyor filmde. Her gün giderek katlanan kasvet. Her hareket başka bir açının altında şüpheye sürüklüyor insanı. Çingeneler geliyorlar önce. Sonra su çekiliyor. At yemek yemiyor. İnsan bedenini beslemeden durabilir mi? Ruhunu. Varoluşun sırtında anlam bulmak için ya da daha da anlamsızlaşmak için buna ihtiyaç yok muydu?
Diyalogların en saldırgan olduğu yerde şöyle söylüyor içeri giren adam;
"+ Neden şehire gitmedin?
- Rüzgâr çok şiddetli esiyor.
+ Nasıl yani?
- Ortalığı mahvediyor.
+ Neden mahvetsin ki?
- Çünkü her şey mahvoluyor. Her şey değersizleşti. Fakat şunu söyleyebilirim ki, onlar mahvetti ve değersizleştirdi her şeyi. Çünkü sözde masumane insani yardımla gelen bir çeşit afet değil bu. Tam tersine insanın kendi kararlarıyla ilgili bu, kendi kararlarının kendisinin önüne geçmesiyle. Tabii ki bunda Tanrı'nın da eli var, hatta bana kalırsa, büyük bir payı var. Ve bu pay ne olursa olsun, hayal edebileceğin en korkunç yaratılışa sahip. Çünkü görüyorsun sen de, dünya bayağılaştı. Benim ne söylediğimin bir önemi de yok, çünkü her şey satın alınarak değersizleştirildi. Sinsi, alçakça bir savaşla ele geçirdiklerinden beri, her şeyi adileştirdiler. Her neye dokundularsa, ki her şeye dokundular, onu eğersizleştirdiler. İşte bu nihai zafere kadar giden yoldu. Muzaffer bir sona doğru giden. Ele geçir, değersizleştir. Değersizleştir, ele geçir. Ya da istersen farklı şekilde de ifade edeyim: Dokun, değersizleştir ve dolayısıyla ele geçir. Ya da; dokun, ele geçir ve dolayısıyla değersizleştir. Durum bu şekilde yüzyıllardır devam ediyor. Yüzyıldan yüzyıla, her çağda. Bazen sinsice, bazen kabaca, bazen kibarca, bazen acımasızca, ama durmaksızın devam ediyor. Değişmeyen tek şey ise şekli, pusudaki bir sıçan saldırısı gibi. Çünkü bu mükemmel zafer, diğer taraf için de aynı şekilde gerekliydi. Mükemmel, bir şekilde önemli ve asil olan her şey böylesi bir savaştan kaçınmalı. Herhangi bir mücadeleye girmemeli, bu sadece bir tarafın aniden mükemmelliğini, büyüklüğünü ve asilliğini kaybetmesi demek. Şimdi kurdukları pusudan yönettikleri dünyaya saldırıyor bu kazanan galipler ve birilerinin onlardan bir şey saklayabileceği küçük bir köşe dahi yok. Ellerini attıkları her şey zaten onların çünkü. Ulaşamayacaklarını düşündüğümüz şeyler bile, ki onlar her yere ulaşır, onların. Çünkü gökyüzü şimdiden onların, düşlerimizin olduğu gibi. Onların zaman, doğa ve sonsuz sessizlik. Hatta ahlaksızlık bile onların, anladın mı? Her şey ama her şey sonsuza dek kayboldu! Ve o asil, önemli ve mükemmel pek çok şey orada kaldı, bilmem izah edebildim mi? O noktada çark ettiler, durup anlamaya başladılar, ve kabul etmek zorunda kaldılar, ne tanrının ne de tanrıların olmadığını. Mükemmel, önemli ve asil olanın ise bu doğruyu en başından beri anlayıp kabul etmesi erekiyordu. Tabii onlar bunu anlamaktan oldukça yoksundu. İnanmış ve kabul etmişlerse de, bunu anlamamışlardı. Şaşkın ama boyun eğmemiş bir şekilde orada dururlarken bir şey oldu ve beyinlerinde çakan bir kıvılcım, sonunda onları aydınlattı. Ve birden ne tanrının ne de tanrıların olmadığını fark ettiler. Birden ne iyinin ne de kötünün olmadığını gördüler. Akabinde görüp anladılar ki, eğer öyleyse aslında kendileri de yoktular! Söndüler, yanıp kül oldular dediğimiz an bunlar olmuş olabilir sanıyorum. Çayırda cayır cayır yanmaya bırakılan bir ateş gibi söndü ve yanıp kül oldu. Biri daimi kaybedendi, diğeri doğuştan kazanan. Mağlubiyet, galibiyet. Mağlubiyet, galibiyet, ve bir gün, yine bu civarlarda, fark etmek zorunda kaldığım, ve sonunda fark ettiğim bir şey oldu, ben hatalıydım. Şu dünyada herhangi bir değişimin asla olmamış olduğunu, ve asla olamayacak oluşunu düşünürken, gerçekten de hatalıydım. Çünkü, inan bana artık biliyorum ki, bu değişim aslında gerçekleşti."
Sene 2012 bugün ve önümüzü çevrelemiş diğer günler. Bundan daha iyi özetlenemezdi.. Belki de her sabah bir ata sesleniyoruz içimizde: "yemelisin!"
3 Ocak 2012 Salı
Köpek
İnsan dikilmiş ayakta. Elinde büyük, kalınca ağır halatlar. Uçlarında sürekli havlayan köpekler. Dişleri görünüyor köpeklerin. Hiç durmadan havlıyorlar. Her biri aynı uzunluktaki halatın ucundalar. Yok hiçbirinin diğerinden farkı. Hepsi siyah.. Halatı tutan insan sarsılmıyor bile. Oysa biz bağırıyoruz. Her bağırışımız gücünü, beynimizde zonklayan sinirinden alıyor. Kızgınız, bağırıyoruz. Sesimiz aynı. Birbirine karışıyor sadece. İçlerinden biri ölse hemen yokoluyor ve yerine başkası geliyor.. Farklı olduğunu sanıyoruz. Her havlayışımızda keskin bir farkındalık varmış gibi. Oysa aynı. Şu andaki gibi. Hiçbiri birbirini dinlemiyor. Önlerinde sanki yıkılmaz bir put ve ona doğru kusuyorlar tüm kızgınlıklarını. Siyah. Koyulukları gecenin karanlığında dahi farkediliyor. Biri düşüyor sabaha karşı. Yerine yenisi ekleniyor. O başlıyor bu defa. Kulakları sağır edene dek..
2 Ocak 2012 Pazartesi
..
Bazen cümleler geçiyor beynimden. Kontrol edemiyorum. Yakın zamanda en derin kıvrımlarımda dolanacak trajediyi anımsatıyorlar adeta. Böyle olmamasını dilerdim. Bu kadar keskin, acı. Elimde olmadan ilerliyor her şey. Ah! İçimde bir kemirgen her çeperime saldırıyor sanki. Onun keskin dişlerini, yakıcı zehrini hissedebiliyorum. Ama sadece hissetmek. Kendimi ona bırakmaya gücüm yok.. Bakıyorum. Dışarıda kalın bir sis tabakası ve dondurucu soğuk. Rüzgar bir esse bütün bedenimi parçalayacakmış gibi şuursuzluk hücrelerimde. Tüm bunlar ve o. Yine geçiyor. Dur! Dur dedim. Hayır. Her reddediş daha fazla kabullenme hükmü sağlıyor. Ve bana bakıp şöyle diyor;
"Ah! Acıklı bir manzara değil mi, değil mi?"
"Ah! Acıklı bir manzara değil mi, değil mi?"
Başlangıçları sevmem..
Bir şeyleri kaybetmenin sıklığının verilenlerle doğru orantılı olması ne kadar da vahim. İçimizde saklı tutsak tüm düşüncelerimizi dünya altımızda yuvarlanıp, anlamını bulacakmış gibi. Ama gel gelelim ortalığa saçılmış her kelime insanın dirayetinden bir parça koparıyor. Acizliğimiz, içimizde yolunu bulamayan cümlelere destek çıkıyor..
1 Ocak 2012 Pazar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)